f: günlük, zamanın ve mekânın fotoğrafa etkisini araştıran, meraklı fotoğraf sanatı düşkünlerince kurulmuş bir fotoğraf günlüğü grubudur.
25 Aralık 2010 Cumartesi
Haruki Murakami ve kısa/uzun fotoğraflar üzerine
1.
Haruki Murakami okumanın en güzel yanı insanı başka kitaplara, başka dünyalara sürüklemesi. Böyle de iştah açan bir yanı var ki, tadından yenmiyor, salt okumaya değil yazmaya da usulca itiveriyor. En sevdiğim kitabı, Zemberekkuşu'nun Güncesi olmakla birlikte diğer kitapları da çok güzeldir, kişinin meşrebine göre biri değerinden daha iyi görünebilir, bu okuyana kalmış bir haktır, kendi bilir. Bazen bir yazarın bütün kitaplarını beğenirsiniz, bazı yazarları ise tek bir kitabından dolayı yere göğe sığdıramazsınız.
Çeviriler Japonca dışındaki diğer dillerde olduğu gibi su gibi akıcı ve kolay. Oysa yazarımız Japonya'da eski ve zor bir dil kullandığı için pek okunmuyor. Çelişki gibi görünse de çevirilerin böyle bir etkisi var.
Japonya dedik ama Haruki Murakami'nin kitaplarında Japon kültüründen izleri aramayın derim. Kendinizi bir dünya vatandaşının yazdıklarına bırakın, sizi müziğe ve diğer yazarların yazdığı güzel kitaplara götürsün. George Perec, Raymond Carver ve Henri Michaux gibi yazarların yazdıklarını düşündürmesi de işin güzel tarafı.
Gariptir, Murakami'nin Oğuz Atay okuduğunu zannetmiyorum, ama yine de H.M. kitaplarında bana Oğuz Atay'ın kitaplarını tekrar okumamı isteyen bir ses duydum sanki. Leyla Erbil'i de yeniden okumalıyım.
Murakami okumak, hem okumanın, başka kitapların, başka dünyaların sırrına vakıf olabilmenin büyüleyici bir eylem olduğunu duyuruyor hem de edebiyatın insan ömrüne kattığı kalıcı hazinenin önemine de işaret ediyor.
Okumak güzeller güzeli bir eylemdir. kitaba, fotoğrafa, kaleme, Kağıda ve mürekkebe bulaşmak ise insanı insan yapan güzel eylemler birliğidir vesselam.
2.
Fotoğraflara bakmanın, kitap okumaktan farkı yok bazen. Ne var ki fotoğrafçılar roman yazmıyor. Fotoğrafçılar daha çok kısa öyküye veya kısa-kısa öyküye düşkünler. Fotoğraflar derin kuyulara benziyor bu yüzden, kısa öyküler de öyledir, öykünün sonunda -ki okumaya zaten henüz başlamışsınızdır- bir anda kendinizi ortada bulursunuz, çevrenizdeki dünya kısacık bir zaman diliminde değiştirilmiştir! Kısa öykü işte bu nedenlerden dolayı tekinsizdir, okumaya cesaret ister, kimi fotoğraflarda olduğu üzere asla göründüğü gibi değildir. Fotoğrafta ne var? Görünürde sadece bir çerçevenin içinde görüntü yumağı. Kendimize göre baktıkça, kendi birikimlerimize göre yumağı çözdükçe kuyunun derinleştiğini görüyoruz, roman gibi değil, roman güven verir biraz, kısa öykü tedirgin eder. Fotoğrafların kuyuları da kısa öykülere benzer, hem satır aralarına girersek, imalar ve benzeri patikalara saptığımızda ise kuyunun içindeki başka kuyulara rastlıyoruz. İşte bu yüzden büyük fotoğrafçıları büyük yazarlara benzetiyorum.
3.
Özetle, kimi fotoğraflar göründüğü kadar kısa değildir. Kimi romanlar da göründüğü kadar uzun değildir.
4.
Fotoğraf kardeşliği'nden daha önce söz etmiştim. Fotoğrafın ve edebiyatın bir güzelliğini daha geçen gün aldığım bir mektup ile yeniden yaşadım. Yazdıklarıyla, okuduklarıyla gözümde büyüyen bir insana borçluyum bu fotoğrafı. İyi ki var, iyi ki fotoğrafı ve edebiyatı çok seviyor, insanlara cesaret aşılıyor. İşte bu fotoğraf onun için.
17 Aralık 2010 Cuma
World Press Photo 2010 veya Hollandalı fotoğrafçılar neden bu kadar iyi?
Geçtiğimiz Perşembe (tam olarak 16 Aralık) günü Dünya Basın Fotoğrafları (World Press Photo 2010) sergisi Forum İstanbul alışveriş merkezinde açıldı. Serginin resmi açılışı 19:00'daydı ancak ondan önce bağlantılı başka etkinlikler de vardı. Bu nedenle sergi mekânı olan Forum İstanbul'a saat 15:00 sularında vardım. Önce alışveriş merkezinin yürüyen merdivenlerinin altındaki bölümde bulunan sergiyi gezdim. Bu arada serginin çok ortada olması ve ortamın gürültüsü önceleri rahatsız etse de fotoğraflara bakarken şahit olduğum kimi olaylar bu düşüncemden dolayı beni utandırdı.
World Press Photo 2010 kitabını daha önce görmüştüm, fakat fotoğrafların kitaptaki kaçınılmaz olarak küçük olan boyutlarından dolayı çoğu fotoğrafı yeterince değerlendiremediğimi farkettim. Fotoğraflar biraz büyüyünce kimi görünmeyen katmanlar öylesine açığa çıkmış ki kitap sayfasında 1-2 saniye baktığım fotoğrafa sergi salonunda dakikalarca bakmak istedim. Aslında sergide öyle fotoğraflar vardı ki, değil bakmak, görmek, yanından geçmek bile zordu aslında, çok acıydı, tahammül etmek çok zordu, hele bir babaysanız/anneyseniz bence çok daha zordu. Kimi fotoğraflar da vardı ki yanından ayrılmak bile istemiyordu insan, rahat rahat bakabilmek için, bakanların dağılmasını beklediğim, yanında yöresinde volta atıp sonra uzaktaki bir panoya gidip tekrar "artık gitmiştir" diye geri döndüğümde aynı kişinin aynı noktada durduğunu görmek güzeldi. Bununla birlikte sergiyi ışık hızıyla gezenler de vardı. Oysa bazı fotoğrafların neyi anlattığını anlamak için okumak ve biraz zaman harcamak gerekiyordu.
Fotoğrafların yanında bulunan İngilizce metinlerin çevirilerini de çok beğendiğimi söylemek isterim (özellikle Kitra Cahana fotoğraflarındaki çeviriler), ayrıca sergi için geç saatlere değin çalışan Serdar Darendeliler'e ve Refik Akyüz'e emekleri için teşekkür etmek gerek.
Sergiyi gezerken aslında alışverişe geldiği geçerken uğradığı her halinden belli olan kimi kişilerin bazı fotoğrafların önünde çakılıp kaldığını görünce, hele kendisi gibi görmeyen bir çocuğu evlat edinen Amerikalı babanın yaptığı kahramanca mücadeleyi fotoğraflardan izleyen, başa dönüp yeniden izleyen bir kişinin gözlerinin nemlendiğini görmek değişik bir duyguydu.
Saat 16:00 sularında önce Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden Sibel Güneş konuştu ve basın özgürlüğü konusuna işaret etti, 50 gazetecinin halen tutuklu olduğunu binlerce dava ve soruşturma bulunduğunu anlattı, gazeteciliğin ne denli yıpratıcı bir meslek olduğunu anlatıp sözü fazla uzatmadan Pieter ten Hoopen'a bıraktı. Konukların bir bölümü gazeteciydi bu yüzden "ileri demokrasi" örneği olan bu sonuca acı acı gülümsediler.
Pieter ten Hoopen ve Hungry Horse kasabası
World Press Photo organizasyonunun ödüllendirdiği Pieter ten Hoopen ilginç bir adam, moda dergilerinden fırlamış bir hali olsa da çok canayakın ve alçakgönüllü bir fotoğrafçı. Oldukça uzun boylu olmasına rağmen (2 metre vardır) kimseye tepeden bakmayan, avrupalılarda pek görülmeyen cinsten sıcakkanlı bir yapısı var.
Pieter ten Hoopen kendi sunumunu yaparken, Serdar Darendeliler de çeviri yaptı, Hoopen, ABD, Montana eyaletindeki Rocky dağlarının eteklerinde bulunan Hungry Horse kasabasını anlattı önce, 8 yıl boyunca oraya sürekli gittiğini her defasında 3 hafta kalıp fotoğraf çektiğini söyledi. Bizlerle paylaştığı portfolyosundaki fotoğrafları Pieter Bey'in kendi sitesinde bile görmedim, yani biz oradaki mutlu azınlık henüz kitaplaşmamış ve internet nehrine dökülmemiş fotoğrafları izledik. Acayip bir kasaba bu, şanslı ve elit Amerikalı klişesinden uzakta, işşizliğin, yalnızlığın, yoksulluğun had safhada olduğu çok zor çevresel koşullara sahip, az bilinen bir kasaba (fotoğraf bir keşiftir öyle değil mi?) ama bir o kadar da olağanüstü bir güzelliği olan doğanın koynunda bulunuyor. Pieter efendi hemen her şeyi (ağaçlardan insanlara, çocuklardan, adamlara ve kadınlara kadar) çekmiş, buna rağmen daha göstermediği belki binlerce fotoğraf vardır. Zaten fotoğrafları ayıklamanın öneminden de ayrıca söz etti. Fotoğraf seçiminin, fotoğraf çekmenin bir aşaması olduğunu, ayrıca uzun bir sürece yayılmış çekimlerin sonuçlarını bir çırpıda seçmenin anlamsızlığnı da idrak ettik.
Hoopen'in aynı yere yıllar boyunca defalarca gitmesi, meraklı bir fotoğrafçının yapması gereken asil bir davranış aslında. Her gittiğinde kasabanın üzerindeki perdeyi biraz daha aralamış ve nihayet istediği fotoğrafları çekmiş diye düşündüm. Buradan hızın çok da iyi olmadığı sonucuna varıyorum, sabırsızlık dünyanın geneline yayılan bir hastalık aslında, her istediğimiz şey hemen ve birden olsun istiyoruz, beklemeye hiç tahammül yok. Oysa bu fotoğraflar gösteriyor ki sabır iyi fotoğrafa giden yolda belki birinci erdem. Makineydi objektifti kültürel hazırlıklarrı bunlar hep dış etkenler, evvela fotoğrafçının dayanıklı olması ve sebat göstermesi gerekli (küçük bir ayrım var ama doğruda ısrara sebat, yanlışta ısrara inat denilmekte).
Uzak fotoğraf / yakın fotoğraf
Buradan yine "uzak fotoğraf" ve "yakın fotoğraf" kavramlarını üretmek gerek belki. Uzak fotoğraf, fotoğrafçıların gereken zamanı ve emeği vermediği fotoğraflardır. Fotoğrafın bir sanat olduğunun bilincine varamamış ve fotoğraf üzerinde yeterince düşünmemiş fotoğrafçıların eserleri bu türdendir. Uzak fotoğraf yapaydır, doğal değildir, yüzeyseldir, araştırmaz, önyargılarla doludur ve teknik ustalık nedeniyle hayli aldatıcıdır. Uzak fotoğraf'ın ortak anlayışı hız üzerine kuruludur. ne kadar hızlı üretılip, ne kadar çabuk dolaşıma sokulduysa o derecede iyi zannedilen fotoğraflardır.
Yakın fotoğraflar ise fotoğrafçının sabırla konusunu çözmesi, yoğunlaşması ve zaman içinde daha derinlikli çalışmalara ulaşabilmesinin meyveleridir. Tabii burada uzun zaman -kısa zaman aralığı her zaman doğru orantılı değildir, kısa bir zaman diliminde Henri Cartier-Bresson gibi dahilerin gerçekleştirdiği yakın fotoğraflar bize bambaşka şeyler söyler. Yazık ki bu tarz fotoğrafçılar kuyruklu yıldız gibi fotoğraf tarihinde ender görülürler.
Hollandalı fotoğrafçılar neden bu kadar iyi?
Sergiyi gezerken dikkatimi çeken şey ise Hollandalı fotoğrafçıların çok beğenilmesiydi. Ben de çok seviyorum Felemenk fotoğrafçıları, mesela Helen var Meene müthiş bir fotoğrafçıdır. Ama düşündükçe sergiden bağımsız olarak zaman içinde bir kenara not aldığım Hollandalı fotoğrafçıların sayısı bana çok manidar geldi: Mesela biraz kaçık bir sanatçı olan Erwin Olaf, portre üstadı olan Rineke Dijkstra, Koos Breukel, Hendrik Kerstens, Desiree Dolron, Charlotte Dumas, Anton Corbijn. WPP sergisinde ise Roderik Henderson, Annie van Gemert, Willeke Duijvekam, Kees van de Veen ve son olarak Pieter ten Hoopen.
(Yalnız bir ara fırsatını bulup Pieter ten Hoopen'ın yanına yaklaştım ve fotoğraflarını çok beğendiğmi söyledim, hep sormak istediğim soruyu, Hollandalı fotoğrafçıların neden bu kadar iyi olduklarını sordum. "Yalnız ben yıllardır İsveç'te yaşıyorum ve fotoğraf eğitimini de İsveç'te (haklı bir ünü olan Nordens Fotoskola)aldım" dedi. Hollandalıların neden iyi oldukları elbette öyle ayakta 2 dakikada anlatılacak bir konu değildi. Ben de hemen herkes gibi Hollandadaki bu fotoğrafik üstünlüğün temel nedeninin sağlam bir resim geleneğine sahip olmalarında görüyorum. Fakat bir Hollanda fotoğraf okulu varsa bunu sadece zengin bir geçmişe bağlamak doğru değil, fotoğraf eğitimin/öğretiminin kalitesi ve maddi/manevi desteğin (müzeler ve devlet eliyle) kalıcılığı iyi fotoğrafın yaratıcıları.
Türk ve Dünya fotoğrafçılığı arasındaki uçurumun nedenleri
Hoopen'den sonra Abdurrahman Antakyalı fotoğraf editörlerinin neler yaşadığını ve nelere dikkat ettiklerini örnekleriyle güzel bir şekilde anlattı. Abdurrahman bey ile sunumundan sonra konuşma olanağı bulduğumda kendisine türk ve dünya fotoğrafçılığı arasındaki uçurumu sordum. O da temel nedenin bir basın fotoğrafçılığı okulunun/bölümünün olmamasında gördüğünü söyledi, yetkili kurumlara başvuruların yapıldığını ancak bir sonuç çıkmadığını da ekledi.
Hollanda Kraliyeti İstanbul Başkonsolosu Onno Kevers de güzel bir konuşma yaptı. Kendisi de fotoğrafa meraklı bir insanmış, ayrıca Henri Cartier-Bresson'dan ve Ara Güler'den söz etmesi günün en güzel sürprizlerinden biriydi.
Fotoğraf dolu bu güzel günün akşamı `Earth Cafe`'de devam etti. İTÜ Fotoğraf Kulübünden ve Fotoğraf Üniversitesi Google grubu üyesi de olan Çağlar, Onur, Begüm ve adını şimdi hatırlayamadığım bir arkadaş ile fotoğraf sanatını ve zamanın ruhunu didikleyerek sohbet ettik. Hem zeki hem de sanata düşkün bu şahane arkadaşlarla konuşmanın tadına her zamanki gibi doyamadım doğrusu. Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler de masamızı şenlendirdiler, arada acı konulara değinseler de (Geniş Açı dergisi mesela) ufkumuzu açtılar.
3 Aralık 2010 Cuma
Fotoğraf kardeşliği
Önce fotoğraf:
Tony O'Shea'nin adını bu fotoğrafı görmezden önce hiç duymamıştım, fotoğrafı görür görmez de çarpıldıydım zaten. Bu derin fotoğrafın müsebbibi olan O'Shea 1947 Yılında doğmuş ve 1981'den beri profesyonel olarak fotoğrafçılık yapıyormuş. Ödüller almış bir fotoğrafçı, biraz araştırıp bakınca çok güzel başka fotoğraflarını da gördüm. Fakat yukarıda görülen fotoğrafın yeri ayrı. Fotoğrafta fotr şapkalı bir amcamızı görüyoruz, kendisi yağmurlu ve pek soğuk olduğu anlaşılan bir günde otobüste oturmuş, buğulanmış camı da elleriyle silmiş ve ardından çevreyi görmeye çalışıyor.
Fotoğrafta hem havanın hem de zamanın insana yapıp ettiklerini görüyoruz, yaşlılık işte bu fotoğraftakinden daha güzel anlatılamaz sanıyorum, dünya giderek bulanıklaşıyor, eski gücünüz uzaklaşıyor, işte ömrünüzün böyle bir deminde bir otobüse dönüşen yılların içinde etrafta ne var diye bakınıyorsunuz, ama hava soğuk, ama gördükleriniz sınırlı!
Şimdi fotoğrafın arkası:
Bu fotoğrafın arkasında ben ve bir arkadaşım var.
O'Shea örneğinden yola çıkarak hudutsuz fotoğraf kardeşliğinden söz etmek istiyorum. Dünyanın değişik ülkelerinde, hatta kutuplara yakın noktalarda bile arkadaşlarım var. Ancak çoğunu cismen tanımıyorum, hiç görmedim, çoğunun asıl ismini dahi bilmiyorum, ayrıca isimlerini bilmeye gerek duymuyorum, yine de onlara arkadaşım diyorum, çünkü gönül, kalp, zihin bağlarımın bulunduğu arkadaşlarım onlar, bir fotoğraf gördüğümüzde, güzel bir kitap okuduğumuzda heyecanla paylaşma ihtiyacı duyuyoruz, her gün yeni şeyler öğreniyor, merakla araştırıyoruz, okuyoruz, fotoğraf çekiyoruz, iyi fotoğrafın ne olduğunu merak ediyoruz. Zaten fotoğraf kardeşliğinin ilk şartı merak, başka bir şartı yok. İşte yukarıda görülen fotoğrafı da kendisini hiç görmediğim bir arkadaşım önerdi. Bir yazıyla ona şükranlarımı sunmak istedim. Teşekkür ederim.
20 Kasım 2010 Cumartesi
Burn ve David Alan Harvey
Fotoğraf dergilerine bakarsak onlar dergilerin dünyasında hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar kendilerine ait bir sınıfın üyeleridir ve kimi Burn dergisi gibi uzaktan da olsa, daha önce tanıdığınız hissine kapılıp, yaydığı sıcaklığı algılayabilirsiniz.
Burn adı üzerinde yanıcı bir dergi. Çünkü fotoğraf yakıcıdır. Öğrenmek ve kendini geliştirmek isteyen fotoğrafçı içten içe kendi halinde yanan bir ateş gibi olmalı, gören fotoğrafçı hep yanık dolaşmalıdır, hep öğrenmek ve payina ne düştüyse daha çok yanmak istemelidir, görgüsüz ve cahil fotoğrafçı kendi fotoğrafı hakkında söz söyleyemez, ayrıca başkalarının fotoğraflarını da yeterince değerlendiremez.
Bazı fotoğrafçıların uzun yaşamasının bir nedeni de merak olmalı, merak böceğinin içlerinde kıvıl kıvıl biteviye gezinmesinden ve kendini hep yeniden inşa etme isteği yandığında, fotoğrafçı ölümsüzdür, bundan sonrası sadece tabiata ve acımasız dış etkenlere bağlıdır, yaşlılık veya Sauron'un dünya üzerindeki temsilcileri (mafya, çeteler, devlet, asker, polis, kraldan çok kralcılar) bu acımasız dış etkenlerdendir ve fotoğrafçının ömrünü epeyce kısaltabilir.
Burn dergisi gezegenimizde, içinde insan olan, insanın batırdığı veya değiştirdiği hayatın hemen her türlüsüne kapısını açıyor ve bize gösteriyor. Belki bu yüzden foto8'e benzediğini söyleyebilirim. Ama biçim olarak baktığımızda foto8 başından beri basılı br dergiydi ve İngiliz dergilerinin ödün vermez biçimciliğini de taşıyordu, Burn ise bağımsız Amerikan ruhunu taşıyan ve daha saf olmak isteyen bir yapıya sahip. Ayrıca Burn yola internet üzerinde çıktı, ilgi görünce, sevenleri ve takipçileri de çoğalınca, üstüne br de cesaret eklenince, başından beri istenen, olması gereken hevesleri bağrına basmış basılı bir dergi olarak da görünür oldu.
Derginin sadece internetteki görünen sayısal örneği değil kağıda basılı hali de çok güzel görünüyor: http://www.burnmagazine.org/buy-burn-01-in-print/
İnternet üzerindeki dergi de çok önemli ve biraz göz gezdirince sadece bir dergi olarak sunduklarının ötesine geçtiği, editörlerin meraklarının dar bir çerçevede kalmadığı görülebilir. Editörler kendi dergilerine ait olmayan başka iyi fotoğrafların da takipçisi ve destekleyicisi olarak, bunları göstermeleri, işaret etmeleri de takdire şayan bir duruş olarak bir kenara not edilmeli.
Burn, şımarıklık, küstahlık yapmadan, küçük ayrıntılarla gereğinden fazla uğraşmadan, gözleri ve aklı yormadan doğrudan doğruya hayata, fotoğrafa ve anlatılan öyküye odaklanmayı tercih eden editörlük müessesine havi bir tasarım anlayışına da sahip. Sözünü ettiğimiz tarzın vücut bulmuş hâli ise fotoğraf dünyasına adım atan herkesin itibarını bildiği ve saygı gösterdiği Magnum ajansının üyelerinden, yayımlanmış kitapları da bulunan David Alan Harvey isimli fotoğrafçı ve fotoğraf öğretmeni.
Henri Cartier-Bresson ve W. Eugene Smith gibi yüce fotoğrafçıların sağlam ve klasik tarzını benimseyen Harvey, sadece 35mm veya 50mm gibi sabit odaklı mütevazı objektifler kullanan, uzun zoom objektiflerden özellikle kaçınan teknolojik tuzaklara papuç bırakmayan safkan bir fotoğrafçı.
Harvey her türlü numaradan ve şımarıklıktan azade sadece fotoğrafına odaklanmak isteyen, fotoğrafın değil hayatın şaşkınlık verici veya öğretici olduğunu anlatan bir fotoğraf üstadı. Kendini bilenler, bilmek isteyenler tarafından örnek alınacak bir fotoğrafçı, bir editör, bir öğretmen, bir öğrenci. Bize takdir etmek düşüyor.
14 Kasım 2010 Pazar
Abelardo Morell ve sahte fotoğrafları
Sonra Exit dergisinde bir başka işini gördüm. Morell, fotoğraf dünyası tarafından önemseniyor ve yöntemleri de alkışlanıyor. Ancak bence kötü bir fotoğrafçıdan öte bir paye verilmemeli. Belki cüretkar fikirler bunlar, fakat düşüncelerim bu doğrultuda. İşini sevmeyen, işine ruhunu ve birikimlerini katmayan sanatçıları sevmiyorum, anlayamıyorum.
Kitaplara ve kağıtlara çok düşkünümdür, dolayısıyla bir fotoğrafçının kitaplarla ilgilenmesi beni haddinden fazla mutlu eder. Peki ama neden mutsuzum? Neden Morell'in çalışmaları bana amatör fotoğrafçıların kitabın ortasına bir yüzük koyduktan sonra biteviye çektikleri klişeleşmiş o kalp biçimindeki gölge tarzı fotoğraflar gibi utanmazca ve sahtekârca geliyor?
Morell'in fotoğrafları estetik yönden hatasız, belki de fazlasıyla kusursuz olmasından dolayı beni rahatsız ediyor diye düşünüyordum. Kitapların fotoğraflarını çeken birisini severim oysa, fakat Morell'in fotoğraflarında bir tuhaflık var diye düşünmeye devam ettim.
Nihayet "Comic Sans ms" yazı karakteriyle ilgili bir makalede geçen cümle beni aydınlattı:
"Estetik açıdan boş, yalancı bir sempatikliği olan yazı biçimi, şirketlerin düşünce tarzının ve gayrı resmilik anlayışının simgesi."(New Yorker ve Radikal Kitap, 13.11.2010, Zeynep Heyzen Ateş)
Comic Sans denilen rezil ve karaktersiz yazı tipi yerine fotoğrafı koyunca Morell'in ne yapmaya çalıştığı da görünür oluyor aniden. Morell'in kitap fotoğrafları onun diğer fotoğraflarını ve fotoğraf tavrını da açıklıyor aslında. Varılan yargıları tek tek inceleyelim:
Estetik açıdan boş
Estetik sadece 'göze hoş görünme çabası' olunca sanat eserlerinin patlayacağı yeri de gösteriyor. Morell'in fotoğrafları bir göz aldatmacası, bir illüzyon sadece. Sanat eserini, sanat eseri yapan biricikliği ve tekrarlanamaz oluşudur, Morell fotoğraflarıyla bu duruma da zarar veriyor, aynı yapay koşullarda tekrar tekrar üretilebilecek fotoğraflar sunuyor. Gören gözler bir sorun olmadığını söylese de kalbin ve aklın gözleri öyle olmadığını seziyor. Eğer bir sanat eseri yaratma veya oluşturma iddiasıyla ortaya çıkıyorsa sanatçı, sanatseverin de hakları doğrultusunda gördüğünü ve düşündüğünü söyleme cesareti göstermesine izin verilmelidir. Bu doğrultuda Morell'in fotoğrafların bir derinliği olmadığı söylenebilir. Fotoğraf 2 boyutlu bir sanat, ancak bu durum gösterilenin de yüzeyde, satıhta kalacağı anlamına gelmemelidir. Sanatçı kişi, el çabukluğu marifeti ile meraklıları kandırma yoluna giderse bir noktada tıkanabilir, karşısına sanata candan ve koşulsuz bağlı olanlar çıkar, sanatın ruhu sanatçıyı kemirir. Nitekim Morell'in sadece kitaplarla ilgili fotoğrafları değil diğer çalışmalarının da kuru bir yüzeyden ibaret olduğunu düşünmek için çeşitli veriler mevcut.
Yalancı bir sempatikliği olan Morell fotoğrafları
Sahte bir gülüşü gerçeğinden ayırt edebilir miyiz? Sahte bir fotoğraf tavrını, biçemini gerçeğinden kolayca ayırabilir miyiz? Bence bunu yapabiliriz. Gönül gözüyle bakmak yeterli. Bazı fotoğrafların beni/bizi etkilemesinin nedeni fotoğrafçının çekilen fotoğrafta görülebilen, sezilen duyarlılığıdır. Eğer fotoğrafçı samimi ise bu fotoğrafına da yansımaktadır, fotoğrafçı hissediyorsa eğer, bunu fotoğrafıyla gösterir, biz de inanırız.
Okumayan fotoğrafçıdan kitap fotoğrafları
Morell iyi bir kitap okuru değil veya ticari kaygıları entelektüel birikiminin önüne geçmiş bir fotoğrafçı. Kitaplarla ilgili ve 'a book of books' adını taşıyan kitabındaki fotoğrafların öznelerine dikkat edelim. Bunlar çoğunlukla sözlükler veya güzel ciltlenmiş kitaplar. Bu kitapların neden seçildiğini anlamak için fotoğraflara bakmak yeterli, salt güzel göründükleri için seçilmişler. Fotoğrafı çekilen kitapları içerikleri ise hiç önemli değil, hatta gereksiz! Bu nedenle bu kitaplarla ve bu fotoğraflarla aramızda bir mesafe var. Morell muhtemelen bu kitapların sahibi değil, artık nereden edindiyse fotoğraflardaki kitaplar bir proje için tutulan konu mankenleri gibi soğuk ve yabancı. Reklam fotoğrafları olsaydı bunlar muhtemelen sözünü etmeye bile gerek olmayacaktı. Fakat estetik algıya odaklanıp içeriği ve fikri kesip atarak bir proje iddiasıyla görünmek ve bir sanat eseri ortaya koymak, sadece biçime ve işçiliğe güvenmek demektir. Morell işin teknik ve yapısal özellikleriyle öyle çok ilgileniyor ve bu alana öylesine odaklanıyor ki neleri kaçırdığını farketmeyip daha uç noktalara doğru yol alıyor. Ancak hep aynı tarzı, hep aynı kurguyu koruyarak ilerliyor. Bunun sonu nereye varır bilmem.
Morell bir örnek sadece, ülkemizde de Morell tarzı soğuk ve yapay fotoğraflar üreten insanlar var. Tuhaftır bu soğuk fotoğrafçılar ortak bir gündemden besleniyor gibi aynı konulara (şehir, fabrikalar, manzara, mimari, insandan uzak modern hayatın izleri) eğiliyorlar. Onlara güç veren şey ise teknik bilgilere olan hakimiyetleri.
Oysa hakiki fotoğraf bir kabuk değil, bir tohumdur. Öyle bir tohum ki izleyen kişide kök salar, fotoğrafa bakan kişinin beyninde ve kalbinde yeşerir, hep onunla kalır, kişi ölünceye kadar fotoğraf büyümeye devam eder.
Sahte fotoğraflar ise plastik tohumlar gibidir, yalancıdır, tek amacı kendisinin sahici veya içten olduğunu düşündürmektir. Elbette kurgu fotoğrafların çoğunluğunun paylaştığı bir sorun bu, yine de kurgu fotoğrafların tümden kötü olduğunu düşünmek yanlıştır, fotoğrafın annesi olan resim sanatının tarihine eğildiğimizde yaygın olan kurguyu, hesaplı ve planlı sanat üretimini görebiliriz, oysa mesele bu değil. Kurgu hayatın içinden çıkarsa bir sanata dönüşebiliyor. Edebiyatta, mimaride ve müzikte bunun tezahürlerini görebiliriz. Ama kimi romanları okumaya, kimi binaları görmeye, kimi şarkıları dinlemeye katlanamıyoruz. Öyleyse sorun daha derinlerde saklı. Daha doğru bir tanımla sorunun kaynağı derinliği olmayan sanat eserinin önerdiği bilgide, yapıtın yüzeyinde duruyor. Temel sorun bir adım öteye gidemeyen, bulunduğu noktada dönüp duran ve hayattan giderek uzaklaşan foto-grafik anlayıştadır.
Yaşanmışlıktan ve her türlü insani sadakatten yoksun olan yapay fotoğraflara katlanamıyorum.
10 Kasım 2010 Çarşamba
1 fotoğraf, 2 meraklı, 2 film
Fotokritik ilginç bir mecra. Bilgili, kişilikli ve tarz sahibi kullanıcıların sayısı çok az olmakla birlikte hiç de yok sayılmaz (mesela Milou, sinequanone ve evreniz elleri öpülecek isimlerdir).
2005 yılından beri fotokritik üyesi olan surmise isimli kullanıcı da bu az sayıdaki kişilerden biri. Surmise ayrıca diğer kullanıcıların fotoğraflarına da çok incelikli ve özlü yorumlar yapan biri, siteye yüklediği fotoğrafları da çok beğeniyorum, arada sırada o fotoğraflara bakmak iyi geliyor bana. Surmise çok fazla fotoğraf yüklemiyor ancak fotokritik'i de bırakmıyor. Uzun zamandır (1 yıl olmuş) fotoğraf yüklemiyordu. Kendisini takibe aldığımdan dolayı geçenlerde bir fotoğraf yüklediği haberi geldi. Şaşırdım, fotokritik'i unutmuştum neredeyse.
Siteye uğradığımda yüklediği fotoğrafı gördükten sonra, bilhassa siyah beyaza düşkün ve kafası karışık bir fotoğrafsever olarak aşağıdaki satırları yazdım. 2 gün sonra da cevabı geldi.
soru: (4 gün önce yazılmış)
"Vay canına, Fotokritikte güzel bir fotoğraf görmeyeli, uzun zaman olmuş...
Bazı sorularım var:
1. Ilford 100 denmiş, ama hangi 100? Pan mı Delta mı? Gerçi Delta olduğunu düşünüyorum ama yine de sorayım dedim.
2. Taramayı siz mi yaptınız?
3. Fotoğrafı kırptınız mı? Ne gibi düzenlemeler yaptınız?
4. Ilford'un Kodak'a nazaran daha yumuşak tonlara sahip olduğu görülüyor. Bu durum hiç ikilem yaşamanıza neden oldu mu? Film tercihini neye göre yapıyorsunuz? Konuya göre film değiştiriyor musunuz?
Şimdilik bu kadar.
Nice güzel fotoğraflara."
♫♫♫♫
cevap:
surmise (2 gün önce yazılmış )
çok uzun zaman olmuş; fotoğraf sayesinde mutlu hissetmeyeli.
Çok sevindim "görüştüğümüze".
Bu sorulara mutlulukla cevap vereyim,
doğru tahmin ettiniz ilford delta filmdi. Tarama hususu şöyle, kart baskıyı direkt tarayıcıda taradım. Filmden karta baskısını yaptım, o çerçeve gibi görünüş bu sebepten, aslında çerçeve de kırpma da hiç yok. Filmi basarken kart boyutuna o şekilde bastım. Dijital halinde de oynama yok sayılır, picasa'da otomatik kontrast yaptım yalnızca.
Asıl son sorunuz benim, film, dolayısıyla fotoğraf algımı şekillendiren "tercih"imi oluşturan bir durum. Çok doğru, ilford yumuşak tonlara ve daha düşük kontrasta sahip. İlford filmde gümüş bromürler kum tanesi formunda, kodakta ise t şeklinde. Bu yapısal farklılıktan dolayı oluşan sonuçlar dediğiniz gibi kodak'ı ilford'a göre daha sert, keskin ve kontrastlı yapıyor. Özellikle yüksek asalı filmlerde bu farklılık artıyor. Ben ilford'u çok seviyorum ve genelde onu kullanıyorum. İkilem yaşamadım bu konuda ama önceden belli bir şeyin fotoğrafını çekeceksem film tercihimi yapıyorum. Ama "o anda" makinada "diğer" filmin olmasını tercih edeceğim zamanlar oldu. Tahmin edersiniz filmi bir anda değiştirme lüksüne sahip olamıyorsunuz bazen.
İlford'un gri tonlamaları, düşük kontrastı, yumuşak tonları beni çok çekiyor.
Güzel sözleriniz ve sorularınız için çok teşekkür ederim, çok mutlu oldum.
Görüşmek üzere, selamlar"
Kozmik bir yumurta olarak fotoğraf
Egg, Hackney, London, 2008 — from the series Etcetera Photo © Emily Graham |
Fotoğraf kozmik bir yumurtadır. Bütün mesele kozmik yumurta kırıldığı vakit içindekinin ne olup ne olmadığında düğümlenmektedir.
Güzelin fotoğrafını, ilgincin fotoğrafını, yamukluğun, matematiğin, harflerin, aşkın, hayallerin, umutların fotoğraflarını aramak için uzaklara gitmeye ve şaşırmaya gerek yok, iki ayaklı canlıların yaşantısında istenirse her durum ilginçtir, sözü edilmeye değer.
Fotoğraf aynada bize bakmaktadır, ayakkabılıkta sakin sakin durmakta, yahut mutfakta ısınmaktadır. Uykusuzluk veya yataktan kalktığımızda geride bıraktığımız, pencereyi açtığımızda gördüğümüz fotoğraftır. Fotoğraf, içtiğimiz su, tellibağ, vinkara, iki deniz arası siyah topraklar, her pazartesi, divan, Parma Manastırı, merdivenin dibindeki gülümseyiş, yürüdüğümüz yol, sarıldığımız insan, güzel ırmak, saat tamir atölyesindeki bozuk bir saat, gevezelik ettiğimiz arkadaşımız, eski kitapların arasındaki ufak kağıt parçalarıdır.
Üzüldüğümüzde yüzümüzden dökülenler de fotoğraftır, okuduğumuz şiirlerin, romanların ve öykülerin içimizde bıraktığı izler de fotoğraftır, denklemler ve "People think dreams aren't real just because they aren't made of matter, of particles. Dreams are real. But they are made of viewpoints, of images, of memories and puns and lost hopes" gibi John Dee cümleleri de fotoğraftır. Fotoğrafın ucu ve kıyısı yoktur, vardır. İşte bu kadar.
8 Kasım 2010 Pazartesi
Kara toprakların ışığı ve Pierre-Yves Dallenogare
Çok şahane bir fotoğrafçı keşfettim - ya da en azından ben öyle düşünüyorum. :)
Adı ise Pierre-Yves Dallenogare. Kendisi 20 yıldır Belçika'da Charleroi şehrinde yaşıyormuş.
Charleroi, taş kömürü ocaklarının kapatılmasından sonra bir sanayi şehri olarak varlığını sürdürmeye çalışan, insanların hayatını kararttığı ve insanların hayatını karartan zorlu bir şehir, her daim fabrikaların dumanlarının bulutlara uzandığı bir şehir.
Charleroi'da kimya, makine, demir-çelik işletmeleri önemli bir yer tutuyor.
Şehrin sakinlerinden biri olan Pierre-Yves Dallenogare ise 2005 yılında fotoğraf çekmeye başlamış. Önce dijital makinelerle başladığı merakını daha sonra kendisini daha çok heyecanlandırdığını söylediği analog makinelerle ve orta format ile geliştirerek görsel beğenisini ve fotoğraflarının söyleyeceklerini çoğaltmış.
Tahmin edileceği üzere Dallenogare, ana konusu ve projesi olarak Charleroi'yı seçmiş (insanlar, hayvanlar, binalar ve eşyalar dahil şehirdeki hemen her şey).
Blogunun başlığı ise (Lumière au pays noir) 'kara toprakların ışığı', yahut 'kara memleketin ışığı' diye çevrilebilir.
Blogundaki fotoğrafların hemen altlarında bulunan bilgi notlarına dikkat edildiğinde fotoğrafın teknik bilgisini paylaştığını da göreceksiniz.
Bundan çok daha önemli olan ise bence, gören bir gözün nelere kadir olduğunu da görebileceksiniz.
Ben fotoğrafçının çalışmalarına baktığımda fotoğrafın her yerde olduğunu ve olabileceğini görüyorum, Charleroi denen şehrin çıplak yüzünü bazen uzak bazen yakından görebiliyorum/görebiliyoruz. Çocuklar, kadınlar, ağaçlar, nehirler, binalar ve diğer tüm ayrıntılar bize başka bir şehrin ışığını getiriyor sanki, oradaki yaşantıyı inceleyebiliyor ve genel havayı sezebiliyoruz.
Fotoğrafın temel işlevlerinden biri sadece bilgiyi değil hissi de taşıyabilmesidir, gören gözler bize sıkıntıyı ve kaçma isteğini de, kabullenmeyi de anlatabiliyor. Çocukların uçurtmalara tutunmalarına bakarak umudun ateşinin de hep sıcak tutulmaya çalışıldığını da görebiliyoruz.
Kimi sayfalarda şehre ilişkin edebi eserlerden de alıntılar yapan fotoğrafçı bir yerde Paul Verlaine imzalı bir şiire de yer vermiş. Şiirde siyah çimlerden söz eden şair, "Charleroi nerede?" diye soruyor ve "Ağlamak, inanmak istiyoruz" diyerek sözlerini bitiriyor.
Not: Ayrıca fotoğrafçının edebiyata meraklı, fotoğraf tarihi konusunda ise bilgi sahibi olduğunu görebileceğiniz bir başka adresi ise şurada (bu blog 2007'den beri güncellenmemiş, daha ilk sayfada fotoğrafçıyı, annesini ve ardından babasını görebiliyoruz: http://dallenogare.rsfblog.org/ [5 yıl sonraki ek not: Fotoğrafçının çalışmalarının bulunduğu siteler artık yok, başka başka yerlerde bulunan ufak tefek şeyler var ama kendi adının olduğu internet siteleri çalışmıyor.]
Not 2: Bizde benzeri bir çalışma var mıydı diye düşündüğümde Batur Gökçeer'in yapmış olduğu Dilovası projesi geldi aklıma. Çok başarılı bir fotoğrafçı olduğu Genç soluklar 2007 kitabında görülebilecek olan Batur Gökçeer'in Dilovası projesine hayran olmuştum, keşke böyle fotoğrafçılarımız çoğalsa, onlara daha çok destek olunsa.
7 Kasım 2010 Pazar
fotoğrafsız
Bu derginin ilk sayısını geçen gün inceleme olanağı buldum ve hemen kitaplığıma kattım, devamını bekliyorum. Güzel dergilerin reklamı yapılmadığı için böyle geç haberim oluyor. Zaten görünen o ki dergiyi çıkaranlar bile derginin tanıtımını pek yapmamış. İki yazar gazetedeki köşesinde yazmış o kadar. (Bunca bilgi çöplüğü içinde böylesine iyi şeylerin gözden kaçması doğal sayılabilir aslında, benim bir kabahatim yok.)
Dergi logosunun altında "fotoğraf üzerine düşünce dergisi" yazıyor, bu da güzelmiş. Bazı alanlarda çok ciddi düşün dergileri var, Monokl, Cogito gibi dergiler yüzeydeki bilgilerlerle yetinmeyip daha derin sulara dalmak isteyen okurlar için neyse, fotoğrafsız da fotoğraf üzerine kafa yoran, sadece göz ile yetinmeyip beyindeki nöronları çalıştırmak isteyenler için düşünülmüş bir girişim.
Bence fotoğraf dünyasında çoktan olması gereken bir dergi fotoğrafsız, geç de olsa iyi ki böyle bir dergi düşünülmüş ve hazırlanmış dedim okurken. Sadece kapaktaki fotoğrafı fazla beğenmedim, bir de neden Orhan Cem Çetin dergide yok? Ben belki OCÇ bir şeyler yazmıştır diye düşünmüştüm, bu nedenle biraz hayal kırıklığı yaşadım diyebilirim.
Bir de geri dönüşümlü dergi kapaklarını pek sevmem, tamam çevreci filan ama nedense itici gelir bana. Fakat fotoğrafsız'ın haline ve mütevazı tavrına pek bir yakışmış bu geri dönüşümlü kapak kağıdı. (Bir ara kendimden geçip kapakta benim bir fotoğrafım olsaydı keşke dedim. Bu da hayallerimden biridir, fotoğraflarımdan birinin bir derginin kapağında olmasını çok isterdim, fotoğraf dergileri boyumu aşar elbette, özellikle edebiyat veya sanat dergilerinin (kitap-lık, yasakmeyve, notos öykü, p ve heves gibi) kapaklarında gözüm var, bu da vasiyetim olsun erenler, mümkünse aylardan en güzeli olan ekim olsun.)
Sözü uzattım, fotoğrafsız'a döneyim hemen: Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi tarafından yayımlanan derginin ederi 5 TL, genel toplamda ise 72 sayfa ile gani gani okunacak yazılar mevcut. (Fiyat/performans oranı çok yüksek demek istiyorum. :)
Fotoğrafla ciddi anlamda ilgilenenlere seslenmek isterim: Lütfen bir bakın fotoğrafsız'a ve beğendiyseniz destek olun, 1 yerine 2 tane almak ve bir arkadaşınıza veya fotoğraf makinesi olan hiç tanımadığınız birine hediye etmek gibi güzellikler yapalım. (İyilik yap okyanusa at misali.)
3 Ayda bir çıkacak olan derginin ilk sayısındaki ana konu 'etik'. Yani dergide fotoğraf ve fotoğrafçının ahlak anlayışı ve ahlaki tavrı üzerine yazılar mevcut. Yalnız bu konu fotoğrafçıların pek ilgisini çekmez gibi geliyor bana. Yeni çıkan fotoğraf makinelerini anlatan, objektiflerin birbirinden üstün özelliklerini gösteren yazılar daha çok seviliyor günümüzde. Sabahtan akşama Nikon'dan veya Canon'dan söz eden fotoğraf insanları var, onlara ayıp olacaktır şimdi gevezelik yapmak varken okumak...
Şöyle "Hem kaliteli hem de ucuz DSLR alma taktikleri" gibi yazılar olmayınca (bol bol örnek fotoğraf eşliğinde) kimsenin ilgisini çekmiyor. Böyle zamanlarda aklıma hep Geniş Açı dergisi geliyor, sadece portfolyo yayımlayan dergiler bile yaşıyor şimdi, oysa Geniş Açı gibi olağanüstü bir dergi kapandı gitti. Hep bu fotoğrafı yanlış anlayan makineciler yüzünden oldu. Ben de birazcık (huyum kurusun) makineciyimdir gerçi, "şurada çok ucuz bir olympus Mju-2 veya yarı fiyatına bir Pentax 645 satılıyormuş" derseniz ben de kalkar giderim belki, gıdıklanmayacak konu değil fakat abartmamak gerek.
Neticede fotoğrafı insan çekiyor, makine kendi başına bir hiçtir.
Tekrar dergiye dönersek: Aslında fotoğrafsız'ın içinde fotoğraf olmaması öyle güzel ki, okuyup bitirdikten sonra fotoğraf sevgimin çok daha genişlediğini ve daha bilinçlendiğimi anladım. (Şimdi kapakta da fotoğraf olmasaydı bari diye düşünmeden de edemiyorum.)
Her yerde o kadar çok fotoğraf var ki, fotoğrafsız dergisi ilaç gibi geldi bana.
5 Kasım 2010 Cuma
30 Ekim 2010 Cumartesi
Fotoğrafın kudretli saati
Bazen bir yılgınlığa kapılıyorum ve fotoğraflar bana öyle yavan, öyle düz geliyor ki bütün fotoğrafların anlamsız olduğunu düşünüyorum, ne fotoğraf çekmek, ne okumak, ne sergilere gitmek, ne de yazmak içimden gelmiyor ve neticede böyle zamanlarda fotoğrafa inanmıyorum.
Magnum fotoğraf ajansının en yetenekli ama bence biraz gölgede kalmış fotoğrafçılarından biri olan 1934 doğumlu David Hurn aynı zamanda şahane bir yapıt sayılan "Fotoğrafçı Olmak Üzerine Pratik Bir Rehber" isimli kitabın da yazarı.
Zaten sadece fotoğrafı çekip kaçan, temeli zayıf, kendini geliştirememiş korkak fotoğrafçıları sevemiyorum bir türlü, dünya, insan ve eşyanın tabiatı hakkında bir fikri, söyleyeceği bir sözü olan fotoğrafçılar çok daha değerli benim için.
Kendimi kötü hissettiğim vakitlerde damardan hemen kana karışan fotoğrafçılarıma sığınmanın saati gelmiş demektir. Çünkü görmesini bilince, daha doğrusu kendini tanıdıkça, insanı görünmeyen ipliklerle kendisine bağlayan derinlikte fotoğraflar var, o güzel fotoğraflara ve fotoğrafların zamanlarına gitmek gerekli oluyor böyle günlerde.
Ben de öyle yapıyorum ve David Hurn ustanın çektiği fotoğrafa benzer fotoğrafları alıyorum karşıma, ardından yine kalbimde alev alan fotoğrafın yılları aşan kudretine ve zamanda ele geçirilemez oluşuna yeniden, yeniden bağlanıyorum.
Yukarıdaki fotoğrafı ne zaman görsem kendimi bir anda, o delirmiş öğrencilerin Beatles için bağırdığı 1964 yılına gidiyorum: Otoriteyi temsil eden bir görevlinin gençlere engel oluşunu ve onların heyecanını dizginlemeye çalışmasını görüyoruz, ardından fotoğrafın öznesi olan çocuğun fotoğrafın en dikkat çekici noktasındaki duruşuna bir kez daha dönüyoruz, fotoğrafın başlangıç ve bitiş noktası aynı çocuk. Her şeye rağmen kalabalıktan koparak içinde kabaran duygularını gösteren bir çocuğun taşkınlığını, öfkesini ve kendinden geçişini izliyoruz.
Bir yumruğunu havaya kaldırmış ve ağlayan ve bağıran bu aşkın çocuk kabına sığamayan sevgisiyle, arkadaşlarının arasından fırlayıp en ön sıraya kadar gelerek, kaçarak, gözü sadece görmek istediğine odaklanmış bir halde, bir heykel gibi unutulmaz duruşuyla Beatles tutkusunun bir göstergesi olduğu kadar benim fotoğrafa olan inancımın da bir görüntüsüdür.
Bir vakitler, Beatles, sessiz sakin ve akıllı uslu yetiştirilmek istenen bunalmış, canı sıkkın çocukları zıvanadan çıkarıyor ve içlerindeki ateşi çoğaltıyordu.
Şimdi bile aradan geçen bunca yıldan sonra bu ateş sönmüş değildir. Güzel kulaklar ne zaman bir Beatles şarkısını dinlese, bu fotoğraftaki çocuk gibi isyan eder, yumruğunu içinden taşan sevgiyle ve ağlayarak havaya kaldırır, ama saldırganlıktan uzak, sadece ağlayarak, öfke dolu belki ama aşktan, sevgiden ve hayranlıktan güç alan kırık bir öfke bu, sadece Lennon'ın pencereden uzanan eli dahi yeter bu kız çocuğunu sevindirmeye.
Beatles sevmek, kabına sığmayan fotoğrafları sevmek gibidir. Hayata, anneye, babaya, öğretmenlere, patronlara, şeflere, kıçı kırık insanlara kızabilirsiniz, küsebilirsiniz, içiniz öfkeyle dolu olabilir, böyle zamanlarda o güzel şarkılar hep kulaklarınızdadır. Özdemir Asaf'ın dediği gibi kulaklar bitse de şarkılar bitmeyecektir, hele Beatles hiç bitmeyecektir!
Zaman her şeyi yutuyor, fotoğraf hariç.
7 Ekim 2010 Perşembe
Helmut Newton ve Velazquez: Kendi portresi
Gerçek adı Helmut Neustaedter olan fotoğrafçı, 1920 yılında Berlin'de doğdu. İşadamı olan babasına 15 yaşındayken fotoğrafçı olmak istediğini söylemiş. Babası "Aklın fikrin kızlarda ve fotoğraflarda" diye kendisini azarlamış. Ancak bir yıl sonra 1936 yılında bir sosyete fotoğrafçısının yanında işe başlamış. İki yıl sonra ise Nazilerin ülkeyi karanlığa boğan baskıcı yönetiminden kaçarak önce Singapur'a oradan da Avustralya'ya geçerek yerleşti. Önce soyadını değiştirdi ve bir fotoğraf stüdyosu açtı. Tekrar Avrupa'ya dönene kadar, moda fotoğrafçısı olarak çalıştı. Uzun yıllar Paris'te yaşadıktan sonra 1980'de Monte Carlo ya taşındı, ABD'de Los Angeles şehrinde bir otoparktan çıkarken aracının hakimiyetini kaybederek duvara çarptı ve hayatını kaybetti.
Helmut Newton renk körüydü, "Sarı ile yeşili ve yeşil ile maviyi seçmedeki yaşadığım zorluklar nedeniyle çok kaliteli renkli fotoğraflar çekiyorum" diye şaka yaparmış.
Newton'ı Newton yapan ise Vogue benzeri dünyaca ünlü kadın ve moda dergileri için çektiği kışkırtıcı fotoğraflardı. Dergiler için çekilen bu fotoğrafların moda ve fotoğrafçılık dünyasında özel bir yerleri vardır, müzelerde sergilenir.
Newton özellikle çıplak kadınların fotoğraflarıyla tarzını belirginleştirdi. Onun en çok bilinen fotoğraflarında fetişizmden cinsel kültürün uç noktalarına uzanan temalar, alt metinler görülebilir. Fotoğraflarında görüntülediği kadınlar hem zarif, hem çok güçlü, özgüveni yüksek, bedenlerinin farkında ve kibirle yüklü olsa da güzellikten yana şanslı olduklarını bilen bir duruşa sahiptir. Newton çıplak kadınları fotoğrafladı fakat hiç bir zaman düşük yoğunluklu işler yapmadı, çıtayı yükselten fotoğraflarıyla örnek oldu, ilham verdi.
Sumo isimli 35 kilo ağırlığında ve 10 bin euro'luk bir etikete sahip olan bir kitabı var ki değil moda dünyasının, fotoğrafçılık ve kitap sanatının da nadir örneklerinden ve gelmiş geçmiş en kaliteli kitaplardan biridir.
Ekteki fotoğrafın adı "Self Portrait with Wife June and Models 1981" yani Eşim June ve modellerle birlikte kendi portrem" ise en çok bilinen fotoğraflarından biri ve bence Newton'ın en şahane işi. Bu fotoğrafı resim sanatının başyapıtlarından biri olan Velazquez'in "Las meninas" isimli eserine benzetiyorum, arada akrabalık bağları olduğunu düşünüyorum.
Bu arada bir fotoğrafçının kendisini çekmesi çok kolay gibi görünebilir, fakat öyle değil aslında, zeka gerekiyor. Fotoğraf paylaşım sitelerinde bolca örneği görülen, kendi portresini çekip duran ve photosop benzeri programlar ile iyice zıvanadan çıkan zavallı minör fotoğrafçılardan söz etmiyorum, kendi portresini bir sanat eserine dönüştürenlerden söz ediyorum.
(devam edecek)
3 Ekim 2010 Pazar
Isabel'den portreler
23 Eylül 2010 Perşembe
Imeginery Zine
Çıplak insan yüzü projesi
2. Açık ve net gözler (netlik gözlerde olmalı).
3. Gülümseme yok. Doğal bakış olmalı.
4. Sade bir yüz olmalı (makyajsız). Saçlar arkaya taranmış olmalı (hatta saç mümkün olduğunca görünmemeli).
5. Giysiler görünmemeli. Gözlük veya takı olmamalı (piercing gibi şeyler hariç).
6. Yüzün bir kısmı görünecek (önceki yüzler referans olarak alınmalı).
7. Çekimler günışığında ve iç mekanda yapılmalı. Yapay ışıklandırma olmaz. Temiz arka plan olmalı.
8. Diyafram 2,8 olmalı ve 50 mm objektif kullanılmalı (veya benzeri aralıktaki değerler olmalı).
9. Fotoğraf kare format olmalı (en az 600x600 boyutunda).
10. En az müdahale ile fotoğraf oluşturmalı (gerçekçi olmalı) [yani photosop yapılmasın isteniyor].
13 Eylül 2010 Pazartesi
11 Eylül 2010 Cumartesi
João Castilho
Birbirinden değişik fotoğrafları için fotoğrafçının sitesine bakılmasını hararetle öneriyorum:
http://www.joaocastilho.net/v2/pt
Ben özellikle Whirlwind ve Blind Series isimli çalışmalarını çok beğendim.
Castilho'nun fotoğraflarının zamanı ve dünyayı başka bir gözle anlamaya/görmeye çalıştığını aynı zamanda bu yaratıcı fotoğrafların geleneksel fotoğraftan ayrılan taze ve yeni bir bakışın izlerini taşıyan çalışmalar olduğunu düşünüyorum.
9 Eylül 2010 Perşembe
4 Eylül 2010 Cumartesi
Yorgun gözlere ilaç saati
Her gün gazetelerde, dergilerde gördüğümüz fotoğraflarda ne çok şey var aslında değil mi! Fotoğraftaki karmaşa ve biribirini iterek kendine yer açmaya çalışan gereğinden fazla ayrıntılar nedeniyle hakiki fotoğraf kaçıp gidiyor olabilir mi?
İyi şairler şiirlerinde gereksiz kelimeleri barındırmazlar, Maggie Harrsen tam da öyle yapıyor bence, doğal ve sade olanı gösteriyor, gürültüden patırtıdan uzakta, şu acayip dünyaya yeni bir gözle bakmamız gerektiğini hatırlatıyor.
Büyük şair Nazım Hikmet'in Mavi Liman şiirini bilirsiniz, bilenler hemen mırıldanmaya başlamıştır bile: "Çok yorgunum beni bekleme kaptan. / Seyir defterini başkası yazsın. (...)" Ama şiiri bilmeyenler Cem Karaca'nın sesinden şarkı olarak duymuştur zaten. Şimdi ne ilgisi var demeyin. O şiirin fotoğrafla derin bir ilgisi var bence. Hangi fotoğrafçı bizi gönlümüzdeki mavi limana çıkarabilir?
Çünkü gözlerimiz çok yorgun.
30 Ağustos 2010 Pazartesi
Ali Taptık ve "efekt üzerine"
(BİÇİM SORUNLARI ÜZERİNE SORULAR)
Ali Taptık önemsediğim ve çok beğendiğim fotoğrafçılardan biri. Fotoğrafları ise ayrı bir yazının konusu. Şimdi aktarmak istediğim ve Taptık'ın blogundan aldığım yazısı başka bir konu.Daha önce okumuş ve bir yerlere not almıştım. Sonra unutmuşum, internette gezinirken ve bir yandan fotoğrafta biçim üzerine düşünürken, aynı efektin biribirinden farklı fotoğraflarda kullanıldığını ve artık ikrah derecesine geldiğini görünce aklıma aşağıda okuyabileceğiniz yazı geldi. Çünkü yazıdaki o meş'um soru halen baki:
"Belli bir tekniği her fotoğrafa yaklaşık aynı şekilde uygulayarak anlam yaratmak mümkün mü?"
"efekt üzerine
Şu sıralar fotoğrafa sürekli artan bir ilginin olduğu kesin.Sayısal görüntüleme tekniklerinin bazı insanları analog fotoğrafa heveslendirdiğini de görmüyor değilim; hatta buna seviniyorum da kendi adıma, belki film bulmak kolaylaşır diye...Ayrıca zaten daha üstünden iki saat geçmeden Cem Çetin' in bir yazısında1 dediği gibi "deklanşör soğumadan", fotoğrafları flickr'da ya da o çeşit bir mecrada görmek mümkün. Bu fotoğraflara çok hızlı bakabiliyor olmanın insanları nasıl etkilediği de kafamda çok büyük bir soru işareti ama bu ayrı bir konu. (lütfen bana "geçen günki fotoğrafları hala göremedik" demeyin üzülüyorum).Yeni gördüğüm örneklerde şöyle bir sorun seziyorum. 3 ya da 4 renk ve baskı tekniği var kökenlerini analog fotoğrafta bazı alternatif proseslerden alan ve gördüğümüz örneklerde bu tarz abartılı baskı tekniklerinin sürekli kullanıldığını görüyorum ama belki de kendi baskılarını yapan bir fotoğrafçı olmaktan bu görselliğin bir efekt şeklinde yerleştiğini görüyorum. O zaman aklıma şöyle bir soru geliyor: Belli bir tekniği her fotoğrafa yaklaşık aynı şekilde uygulayarak anlam yaratmak mümkün mü? Böylesi bir şey ancak fotoğrafa uygulanan etkinin fiziksel olarak ne olduğunu (aşırı pozlama, az pozlama, negatife zarar verme ya da polaroid kullanımı) düşünmek gerekiyor bence, eğer bu düşünce fotoğrafın anlamıyla birleşebiliyorsa fotoğrafın üzerinde bir efekt katmanından farklı birşey oluşabilir ve anlamlı bir bütün olabilir.2 Bahsettiğim efektli fotoğrafların çeşitli internet sitelerinde çok fazla ilgi ve beğeni aldığını da görüyorum ama içerik ve görsellik üzerinde beraber çalışan fotoğrafçıların sayısı hala çok az, böyle yeni birilerini biliyorsanız lütfen bana da gösterin...
1 Sanat Dünyamız dergisi, sayı 84
2 Aşırı pozlama için Paul Graham' ın American Night'ına, polaroid kullanımı içinde JH Engström'ün Herberge isimli kitabına bakılabilir."
http://www.alitaptik.com/blog/
28 Ağustos 2010 Cumartesi
Lisa Wiltse ve uçlarda yaşayanlar
Lisa Wiltse 1977 ABD, Connecticut doğumlu bir fotoğrafçı, uzmanlık alanı ise uçlarda yaşayanlar. Fotoğraflarının hemen hepsinde sağlam bir görsel değerlendirme yaptığı görülüyor, ancak hiç hesapçı olmayan, simetri ve ritim gibi çeşitli yapısal öğelere önem veren, yine de bazen herşeyi bırakıp kendini görünümlerin akışına bırakacak kadar nerede olduğunu ve ne yaptığını bilen sıcakkanlı bir fotoğrafçı.
Hayranı olduğum Paolo Pellegrin gibi Lisa Wiltse de biribirinin aynı görüntülerin durmaksızın çoğaldığı ve insanı boğduğu bir dünyada sıradan olmayan imgelerin ardından dünyanın her yerine gidiyor ve olağanüstü şiirsel fotoğraflar çekiyor.
Son çalışması ise modern hayatı ve teknolojiyi reddeden gerici bir hıristiyan tarikatı üyeleri hakkında. Kendi kuralları ve kendilerine özgü yasaları olan, ne doktor ne de öğretmen yüzü görmek istemeyen Bolivya'daki Menonit tarikatı üyeleri hakkında bir fotoğraf projesi bu.
Mennonitler yüzyıllar önce Almanya ve Hollanda'dan gelip Paraguay, Meksika ve Blolivya'ya yerleşen insanlardan oluşuyor. Kendi giysilerini kendileri üreten, kendilerine has yaşam biçimine sadık olarak yaşayan ve sadece kendilerinin cennete gideceğine karşı katı inançları bulunan bu tarikatın Bolivya'daki kadınları ise geçtiğimiz Haziran ayında yaşanan bir cinsel saldırıya karşı seslerini duyurdular ve bu kez suçlular yakalandı.
Lisa Wiltse işte tam da bu sıralarda Bolivya'daki Mennonitlerin hayatını incelemiş. Fotoğraflarda da görüleceği gibi çoğu fotoğraf makinesinden korkuyor, çekiniyor, yüzünü kapatıyor veya sırtını dönüyor:
http://www.burnmagazine.org/essays/2010/08/lisa-wiltse-the-mennonites-of-manitoba-bolivia/27 Ağustos 2010 Cuma
Donald Rodney: "Babamın evinde"
Bazı fotoğraflar insanın içine kazınıyor.
Donald Rodney'nin "Babamın evinde" isimli fotoğrafını ilk kez Geniş Açı dergisinde, Aytaç Uzmen'in yazısında görmüştüm.
Rodney 18 Mayıs 1961 yılında doğmuş bir ingiliz sanatçı.
Fotoğraf ise 1997 yılında çekilmiş. İnsanlar ağır bir hastalık geçirdiği zaman farklı tepkiler veriyor, kimi hayata küserken, kimi dört elle sarılıyor. Sanatçılar ise daha başka bir tavır geliştirip yaratıcılıklarıyla birlikte bazen bir muhasebeye girişiyor, bazen yaşananları kayda geçiriyor, bazen geriye bulmacalar veya çeşitli bilgiler bırakıyor.
Babamın evinde çalışmasına baktığımda bunları düşünmüştüm. Avucundaki küçük evin malzemesini öğrendiğimde ise çok şaşırdığımı hatırlıyorum, sanatçı kalıtsal akdeniz anemisi nedeniyle yapılan ameliyatlarda kendisinden alınmış olan deri parçalarını kullanmıştı bu bir kaç santimetrekarelik evi yapmak için.
Ev, tahmin edileceği üzere çok derin bir konu, pek çok odası var, acısı ve tatlısıyla nice anılar barındıran bu odaların paralel bir hayatta, yani zihnimizde akan, barınan, tortular bırakan nice birikimleri de var. Bu fotoğraftaki ev ise Rodney için belli ki bir şeylerin temsilcisi veya simgesi. Kalıtsal olan hastalığına karşı bir ima da olabilir belki.
Donald Rodney bu çalışmasından bir yıl sonra 4 Mart 1998'de hayatını kaybetmiş.
21 Ağustos 2010 Cumartesi
Biraz ciddi fazlasıyla matrak: Hasisi Park
Sinema eğitimi almasına rağmen kendisini önce fotoğrafçı sonra yönetmen olarak tanımlıyor.
Kitapsız bir fotoğrafçı zannediyordum, öyle değilmiş, kitabı şurada ve kendi adını taşıyor: Hasisi Park
Ataları arasında ingilizler de olduğu için bir ayağı Londra'da.
Fotoğraflarında kural yok, tabu yok, elbette düzen, intizam da yok ve ayıp nedir bilmiyor (doğru değil bu aslında, biliyor ve dalgasını geçiyor demeliyim).
Tabii o kadar da tuhaf ve şaşkınlık verici değil fotoğrafları, öyle fotoğrafçılar var ki mütemadiyen saçmalayıp her defasında biribirinden kötü eserler üretmeyi marifet biliyorlar, ben asıl onlara şaşırıyorum, sözünü etmeyi bile gereksiz buluyorum.
Fakat bütün bunları bir kenara bırakalım, Hasisi Park bazen insanı gülümseten, bazen 'vay canına' dedirten, bazen bu kadar da olmaz diyebileceğimiz ölçüde iyi fotoğraflar üretiyor.
Tabii 'iyi fotoğraf' nedir derseniz, orası biraz muallak, saygı duyulacak görüşler var ama mutlak bir tanımı yok, bir müze ziyaretçisinden bir sanat tarihçisine, bir küratörden bir arşivciye kadar türlü düzeylerde ortak paydaları da olsa herkesin doğal olarak kendine göre bir görüşü var aslında.
Ayrıca her öncü, meydan okuyan, tuhaf, şaşırtıcı veya zekice kotarılmış fotoğrafa peşinen iyi diyemeyiz, bana sorulursa, iyi fotoğraf zamanını aşan ve izleyiciyle bağlantı kuran fotoğraftır, anlamaya çağıran fotoğraf iyi fotoğraftır, hayata bir pencere daha açan ve kolaya kaçmayan fotoğraf iyidir derim.
Hasisi Park'ın fotoğraflarına baktığımda ise dünyaya gülerek bakan, bazen ima ederek bazen bodoslamadan eleştiren, bazen sadece o anı (hayatını, hayatı) paylaşan zeki bir kadın görüyorum.
Hasisi Park fotoğrafın sadece estetik değerlere doğru uzaklaşmasını değil biraz da aklın dışına, ancak uzaklara değil insan hayatının tam ortasına doğru açılmasını da temsil ediyor.
19 Ağustos 2010 Perşembe
Peter Fraser hakkında notlar
Fotoğraf makinesi olup da günlerce haftalarca tek bir kare çekemeyen insanlara şaşırdığım için Peter Fraser'ı örnek gösteriyorum, evden, okuldan, işten çıkmadan, alışveriş için gittiğimiz marketten de pekala güzel fotoğraflar çekebiliriz, çünkü fotoğraf zaten yanımızda, yatağımızda, masamızın üstünde, baktığımız yerde.
Daha ayrıntılı bilgiler için lüfen bakınız:
http://www.peterfraser.net/
http://www.vincentborrelli.com/cgi-bin/vbb/101686.html
18 Ağustos 2010 Çarşamba
Ara Güler itirafları
Doğrusunu isterseniz bazen sinir olurum Ara Güler'e, hiç sevmem fotoğraf sanatı hakkındaki sözlerini ve foto muhabirliğini göklere yüceltmesini. Sürekli huysuz ihtiyar havasında olduğu için de sevmem. Sürekli aynı fotoğraflarının dergilerde, kitaplarda, gazetelerde yıllar yıllar boyunca karşıma çıkması da sinirlerimi geren bir diğer konu.
Ama Ara Güler'i severim bir yandan, asi ruhlu bir fotoğrafçı olduğu için, söylemlerinde belli bir tutarlılığı taşıdığı için severim, biraz da fotoğrafçılığın belge kısmına spot ışıklarını tuttuğu ve bizi düşünmeye sevkettiği için severim.
Bir de herkesin bilmediği ve günyüzüne çıkarmadığı ve içindeki sanat dozu aşırı olan çok iyi fotoğrafları olduğu için severim.
Ek:
2006 yılında görüşlerine çok değer verdiğim ve fotoğraflarına bayıldığım Murat Eren'in "Ara Güler'i sevmiyorum" başlıklı yazısına şöyle bir yorum yapmıştım:
13 Ağustos 2010 Cuma
WATERFALL
Dergi yeni fotoğraf yaklaşımlarına açık, insan hayatının içinden gelen fotoğraflara ve fotoğraf yoluyla dünyayı, insanı keşfetmeye çalışan bir duruşa sahip.
http://gotothezoo.waterfallmagazine.com/
12 Ağustos 2010 Perşembe
Can Yücel şiirindeki fotoğraflarla 'buluşmak üzre'
"Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek"
Can Yücel şiirlerinde görsel anlatım önemli, bir iki cümle ile hemen insanın zihninde tabakalar halinde fotoğraflar beliriyor.
"Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar"
Çekemediğim fotoğrafları düşündüm. Sene 1989, Suzan ile birlikte İstanbul, Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu önündeyiz, Bulutsuzluk Özlemi bir konser verecekti o gün, gençlik festivali gibi bir etkinlik vardı, işte o gün müydü ertesi gün müydü tam hatırlamıyorum, öylesine güzel bir yaz yağmuru yağdı ki, damlacıklar pırıl pırıl, adeta ağır çekimde gözlerimin önünden yavaşça geçerek, yorgun argın yere düşüyorlardı. O günleri unutmadım.
"Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni"
Sene 1990, bir gün öğle vakti, ama yaz değil, kış, karanlık bir havada okuldan çıktık. Çoğu arkadaş tedbirli, şemsiyeleri ile yürüyorlar. Ben ise her zaman olduğu gibi tedbirsizim, ıslanmaya başlamışken, dünya güzeli arkadaşım, şemsiyesini çıkardı ve koluma girerek beni sürüklemeye başladı. Kendimi birden Can Yücel'in şiirinde anlattığı ruh haline yakın buldum. O yağmurlu gün bitti, aradan tam 20 yıl geçti fakat o güzel arkadaşım halen yanımda. Hiç bırakmadık birbirimizi.
Öyleyse şiirin ve fotoğrafın yanımdayım ben de.
Çok yaşasın Can Yücel!
Ara Güler ilginç bir kişilik, beğenmesem de kendi içinde tutarlı bir duruşu var:
“Sanat dediğin palavradır yalandır. Müziği de öyle, resmi de. bir de çok büyük bir yalan var. O da sinema. Her şey yeniden kurulur, aslıymış gibi oynanır. Fotoğraf yalan konuşmadığı için sanat değildir. Sadece gerçekteki bir parçanın zaptedilmesi, tarihe mal edilmesidir. Bu nedenle belgesel fotoğraf sanattan da mühimdir. Sanat olsun olmasın ne olacak? Evvela belge olmalı. Ben işin palavrasında yokum.” demiş. (28.09.1997, Cumhuriyet)
“Kendimi çok seviyorum. Ben şımarık bir piçim. Neden beğenmediğim yönüm olsun kızım.” (Sabah, 13 Temmuz 1997, Rana Doğruer’in “En beğenmediğiniz yönünüz nedir?” sorusuna yanıt.