Yazıdaki bütün fotoğraflar ©Pieter ten Hooper'a aittir.
Geçtiğimiz Perşembe (tam olarak 16 Aralık) günü Dünya Basın Fotoğrafları (World Press Photo 2010) sergisi Forum İstanbul alışveriş merkezinde açıldı. Serginin resmi açılışı 19:00'daydı ancak ondan önce bağlantılı başka etkinlikler de vardı. Bu nedenle sergi mekânı olan Forum İstanbul'a saat 15:00 sularında vardım. Önce alışveriş merkezinin yürüyen merdivenlerinin altındaki bölümde bulunan sergiyi gezdim. Bu arada serginin çok ortada olması ve ortamın gürültüsü önceleri rahatsız etse de fotoğraflara bakarken şahit olduğum kimi olaylar bu düşüncemden dolayı beni utandırdı.
World Press Photo 2010 kitabını daha önce görmüştüm, fakat fotoğrafların kitaptaki kaçınılmaz olarak küçük olan boyutlarından dolayı çoğu fotoğrafı yeterince değerlendiremediğimi farkettim. Fotoğraflar biraz büyüyünce kimi görünmeyen katmanlar öylesine açığa çıkmış ki kitap sayfasında 1-2 saniye baktığım fotoğrafa sergi salonunda dakikalarca bakmak istedim. Aslında sergide öyle fotoğraflar vardı ki, değil bakmak, görmek, yanından geçmek bile zordu aslında, çok acıydı, tahammül etmek çok zordu, hele bir babaysanız/anneyseniz bence çok daha zordu. Kimi fotoğraflar da vardı ki yanından ayrılmak bile istemiyordu insan, rahat rahat bakabilmek için, bakanların dağılmasını beklediğim, yanında yöresinde volta atıp sonra uzaktaki bir panoya gidip tekrar "artık gitmiştir" diye geri döndüğümde aynı kişinin aynı noktada durduğunu görmek güzeldi. Bununla birlikte sergiyi ışık hızıyla gezenler de vardı. Oysa bazı fotoğrafların neyi anlattığını anlamak için okumak ve biraz zaman harcamak gerekiyordu.
Fotoğrafların yanında bulunan İngilizce metinlerin çevirilerini de çok beğendiğimi söylemek isterim (özellikle Kitra Cahana fotoğraflarındaki çeviriler), ayrıca sergi için geç saatlere değin çalışan Serdar Darendeliler'e ve Refik Akyüz'e emekleri için teşekkür etmek gerek.
Sergiyi gezerken aslında alışverişe geldiği geçerken uğradığı her halinden belli olan kimi kişilerin bazı fotoğrafların önünde çakılıp kaldığını görünce, hele kendisi gibi görmeyen bir çocuğu evlat edinen Amerikalı babanın yaptığı kahramanca mücadeleyi fotoğraflardan izleyen, başa dönüp yeniden izleyen bir kişinin gözlerinin nemlendiğini görmek değişik bir duyguydu.
Saat 16:00 sularında önce Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden Sibel Güneş konuştu ve basın özgürlüğü konusuna işaret etti, 50 gazetecinin halen tutuklu olduğunu binlerce dava ve soruşturma bulunduğunu anlattı, gazeteciliğin ne denli yıpratıcı bir meslek olduğunu anlatıp sözü fazla uzatmadan Pieter ten Hoopen'a bıraktı. Konukların bir bölümü gazeteciydi bu yüzden "ileri demokrasi" örneği olan bu sonuca acı acı gülümsediler.
Pieter ten Hoopen ve Hungry Horse kasabası
World Press Photo organizasyonunun ödüllendirdiği Pieter ten Hoopen ilginç bir adam, moda dergilerinden fırlamış bir hali olsa da çok canayakın ve alçakgönüllü bir fotoğrafçı. Oldukça uzun boylu olmasına rağmen (2 metre vardır) kimseye tepeden bakmayan, avrupalılarda pek görülmeyen cinsten sıcakkanlı bir yapısı var.
Pieter ten Hoopen kendi sunumunu yaparken, Serdar Darendeliler de çeviri yaptı, Hoopen, ABD, Montana eyaletindeki Rocky dağlarının eteklerinde bulunan Hungry Horse kasabasını anlattı önce, 8 yıl boyunca oraya sürekli gittiğini her defasında 3 hafta kalıp fotoğraf çektiğini söyledi. Bizlerle paylaştığı portfolyosundaki fotoğrafları Pieter Bey'in kendi sitesinde bile görmedim, yani biz oradaki mutlu azınlık henüz kitaplaşmamış ve internet nehrine dökülmemiş fotoğrafları izledik. Acayip bir kasaba bu, şanslı ve elit Amerikalı klişesinden uzakta, işşizliğin, yalnızlığın, yoksulluğun had safhada olduğu çok zor çevresel koşullara sahip, az bilinen bir kasaba (fotoğraf bir keşiftir öyle değil mi?) ama bir o kadar da olağanüstü bir güzelliği olan doğanın koynunda bulunuyor. Pieter efendi hemen her şeyi (ağaçlardan insanlara, çocuklardan, adamlara ve kadınlara kadar) çekmiş, buna rağmen daha göstermediği belki binlerce fotoğraf vardır. Zaten fotoğrafları ayıklamanın öneminden de ayrıca söz etti. Fotoğraf seçiminin, fotoğraf çekmenin bir aşaması olduğunu, ayrıca uzun bir sürece yayılmış çekimlerin sonuçlarını bir çırpıda seçmenin anlamsızlığnı da idrak ettik.
Hoopen'in aynı yere yıllar boyunca defalarca gitmesi, meraklı bir fotoğrafçının yapması gereken asil bir davranış aslında. Her gittiğinde kasabanın üzerindeki perdeyi biraz daha aralamış ve nihayet istediği fotoğrafları çekmiş diye düşündüm. Buradan hızın çok da iyi olmadığı sonucuna varıyorum, sabırsızlık dünyanın geneline yayılan bir hastalık aslında, her istediğimiz şey hemen ve birden olsun istiyoruz, beklemeye hiç tahammül yok. Oysa bu fotoğraflar gösteriyor ki sabır iyi fotoğrafa giden yolda belki birinci erdem. Makineydi objektifti kültürel hazırlıklarrı bunlar hep dış etkenler, evvela fotoğrafçının dayanıklı olması ve sebat göstermesi gerekli (küçük bir ayrım var ama doğruda ısrara sebat, yanlışta ısrara inat denilmekte).
Uzak fotoğraf / yakın fotoğraf
Buradan yine "uzak fotoğraf" ve "yakın fotoğraf" kavramlarını üretmek gerek belki. Uzak fotoğraf, fotoğrafçıların gereken zamanı ve emeği vermediği fotoğraflardır. Fotoğrafın bir sanat olduğunun bilincine varamamış ve fotoğraf üzerinde yeterince düşünmemiş fotoğrafçıların eserleri bu türdendir. Uzak fotoğraf yapaydır, doğal değildir, yüzeyseldir, araştırmaz, önyargılarla doludur ve teknik ustalık nedeniyle hayli aldatıcıdır. Uzak fotoğraf'ın ortak anlayışı hız üzerine kuruludur. ne kadar hızlı üretılip, ne kadar çabuk dolaşıma sokulduysa o derecede iyi zannedilen fotoğraflardır.
Yakın fotoğraflar ise fotoğrafçının sabırla konusunu çözmesi, yoğunlaşması ve zaman içinde daha derinlikli çalışmalara ulaşabilmesinin meyveleridir. Tabii burada uzun zaman -kısa zaman aralığı her zaman doğru orantılı değildir, kısa bir zaman diliminde Henri Cartier-Bresson gibi dahilerin gerçekleştirdiği yakın fotoğraflar bize bambaşka şeyler söyler. Yazık ki bu tarz fotoğrafçılar kuyruklu yıldız gibi fotoğraf tarihinde ender görülürler.
Hollandalı fotoğrafçılar neden bu kadar iyi?
Sergiyi gezerken dikkatimi çeken şey ise Hollandalı fotoğrafçıların çok beğenilmesiydi. Ben de çok seviyorum Felemenk fotoğrafçıları, mesela Helen var Meene müthiş bir fotoğrafçıdır. Ama düşündükçe sergiden bağımsız olarak zaman içinde bir kenara not aldığım Hollandalı fotoğrafçıların sayısı bana çok manidar geldi: Mesela biraz kaçık bir sanatçı olan Erwin Olaf, portre üstadı olan Rineke Dijkstra, Koos Breukel, Hendrik Kerstens, Desiree Dolron, Charlotte Dumas, Anton Corbijn. WPP sergisinde ise Roderik Henderson, Annie van Gemert, Willeke Duijvekam, Kees van de Veen ve son olarak Pieter ten Hoopen.
(Yalnız bir ara fırsatını bulup Pieter ten Hoopen'ın yanına yaklaştım ve fotoğraflarını çok beğendiğmi söyledim, hep sormak istediğim soruyu, Hollandalı fotoğrafçıların neden bu kadar iyi olduklarını sordum. "Yalnız ben yıllardır İsveç'te yaşıyorum ve fotoğraf eğitimini de İsveç'te (haklı bir ünü olan Nordens Fotoskola)aldım" dedi. Hollandalıların neden iyi oldukları elbette öyle ayakta 2 dakikada anlatılacak bir konu değildi. Ben de hemen herkes gibi Hollandadaki bu fotoğrafik üstünlüğün temel nedeninin sağlam bir resim geleneğine sahip olmalarında görüyorum. Fakat bir Hollanda fotoğraf okulu varsa bunu sadece zengin bir geçmişe bağlamak doğru değil, fotoğraf eğitimin/öğretiminin kalitesi ve maddi/manevi desteğin (müzeler ve devlet eliyle) kalıcılığı iyi fotoğrafın yaratıcıları.
Türk ve Dünya fotoğrafçılığı arasındaki uçurumun nedenleri
Hoopen'den sonra Abdurrahman Antakyalı fotoğraf editörlerinin neler yaşadığını ve nelere dikkat ettiklerini örnekleriyle güzel bir şekilde anlattı. Abdurrahman bey ile sunumundan sonra konuşma olanağı bulduğumda kendisine türk ve dünya fotoğrafçılığı arasındaki uçurumu sordum. O da temel nedenin bir basın fotoğrafçılığı okulunun/bölümünün olmamasında gördüğünü söyledi, yetkili kurumlara başvuruların yapıldığını ancak bir sonuç çıkmadığını da ekledi.
Hollanda Kraliyeti İstanbul Başkonsolosu Onno Kevers de güzel bir konuşma yaptı. Kendisi de fotoğrafa meraklı bir insanmış, ayrıca Henri Cartier-Bresson'dan ve Ara Güler'den söz etmesi günün en güzel sürprizlerinden biriydi.
Fotoğraf dolu bu güzel günün akşamı `Earth Cafe`'de devam etti. İTÜ Fotoğraf Kulübünden ve Fotoğraf Üniversitesi Google grubu üyesi de olan Çağlar, Onur, Begüm ve adını şimdi hatırlayamadığım bir arkadaş ile fotoğraf sanatını ve zamanın ruhunu didikleyerek sohbet ettik. Hem zeki hem de sanata düşkün bu şahane arkadaşlarla konuşmanın tadına her zamanki gibi doyamadım doğrusu. Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler de masamızı şenlendirdiler, arada acı konulara değinseler de (Geniş Açı dergisi mesela) ufkumuzu açtılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder