19 Temmuz 2009 Pazar

yerdeki bulut


Dün yine düşündük uzun uzun; hayatın anlamı meselesini. Öyle bişey yok tabii ki.
Nedensizce gelip gidildiği, Veysel'in iki kapılı han dediği bu mekanda amaç filan yok hali hazırda.

Önce hayat ne onu sormak lazım.
Herşeyi anlamlandırmaya çalışma ve anlamlandırılmışları anlama ile geçen bir süreden bahsediyoruz hayat diyince. Bitince tamamen bitecek olan, aynı doğumdan önceki karanlık gibi, varlığın hafızayla beraber sonsuzluğa gömüleceği bir sonla sonlanacak bir süreç.

Bütün bu anlamlandırma hevesi asıl herşeyin anlamı. Asıl aradığın şeyin, bu arayış olması. Arayış olan şey aranan şeyse, ortada başka aranacak bulunacak bir şey yoktur. Amaç da yoktur. Cevap da yoktur.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Ayrılık saati



Kenarda büyümüştü. Yaban bir çevrede incelikler görmeden yaşadığı için, bilgisi görgüsü çok zayıftı. Hayatı, bol grenli fotoğraflar gibiydi. O da pek aldırmadı zaten, 'dünya böyle' diye düşünüyordu. Böyleyken yine de bir kere düşünmeye başladı mı gerisi geliyor, bir türlü aklının iplerini tutamıyordu. Henüz bilmiyordu fakat içini aşındıran duygular kabuğunu kırıyor, gözlerinin arkasındaki yeraltında geleceği filizleniyordu, çevresindeki düşünüş biçiminden, inançlardan uzaklaşıyordu. Kalbindeki görünmeyen su, yolunu bulmuştu bir kere akmaya başlayıverdi.

Koca şehrin kenarında, ama şehri görmeden yaşayıp ölecekken bir gün bir şey oldu; ilk kez şehrin eski merkez noktalarından birine yolculuk etti. Sonra orada bir okula yazdırıldığını öğrendi. Kendini iyi bir öğrenci diye bildiği için daha ilk senesinde çakılınca şaşırdı. İkinci yıl da aynı şey oldu. Çok bozulmuştu. Gözleri açıldı, başka bir dünya vardı karşısında ve bu insanlar onun emeklediği çağda ilerlemişti. Ona yol gösterecek kimse yoktu. Kendi kendine karar verip yeni baştan öğrenmeye başladı.

Evvelâ kekre olduğunu anladı. Daha önce bildiklerinin çoğunun yanlış olduğunu da azıcık muhakeme yapınca öğrendi. Kendini anlamaya başladı sonra. Boş bir kaba benzetti zihnin. Raflarına, odalarına, uzayıp giden labirentlere kitapları, dergileri yığmaya gönüllü oldu.

Arkasından bir fotoğraf makinesi edinip yeni dünyasını kaydetmeye, kendi arşivini oluşturmaya başladı. Bir hevese kapıldı, önce taklit etti, beğendiği kitapları oturup defterine yazmaya, beğendiği fotoğrafların benzeri çekmeye yöneldi. Benzerini hiç kimsenin çekemeyeceği fotoğraflara, yazamayacağı şiirlere, öykülere, romanlar yazmak istedi. Olmadı, 'kendim yazamam' deyip bıraktı bu uğraşı. Eskisinden uzak biri oldu böylece.

Bir zaman sonra fazla gelmeye başladı bu kadar bilgi. Bunca pencerenin, tarihin biriktirdiği bunca tuğlanın kendisinde bir karşılığı olmadığını anladı. Yeni öğrendiği ne varsa unutmak için başka şeyler düşünmeyi istedi. Bıraktı kendini günlük hayatın çamuruna. Öyleyken kendini bir tuhaf hissediyordu, birini bekliyor gibiydi, elini tutacak bir roman kahramanı, şiirlerde sözü edilen ruhlardan biri, aklını sarsacak bir düş, ölümü erteleyecek bir zamanın habercisi.

Dünya ona kalıbından büyük sözlerini yutturdu birer birer. Bir şey olmadı elbette. O da bunaldı beklemekten, kendi kutsal kitaplarını ayırdı bir kenara, ne de olsa hepsinin bir hatırası vardı, yakasını düzeltti, adımlarını düzenledi.

Geri dönüp yeniden öğrenci oldu. Yeniden doğduğunu, hayatını bir bıçak gibi ortasından kesip gerisin geriye atan ve ona gülümseyen yüze baktığı vakit anladı. Mülksüzler'i okuyordu o sıralar. Odo kurgu bir insan değildi sanki, işte kendisiyle konuşuyordu. Eski bir yapıda bulduğu ve kimselere söylemeyip sakladığı, güzelliğine vurulduğu için de atmaya kıyamadığı bir saati vardı. Bozuk zannettiği için üzüldüğü bu saatin sadece kurulması gerektiğini öğrenince de çok şaşırdı. Odo her şeyi biliyordu.

Bulutlar toplandı nefret ettiği güneş yoktu artık, hafif hafif yağan bereketli bir yağmur vardı hayatında. Başı dönüyor, karnında ağrılar peydahlanıyor, tıpkı kopyalamaya çalıştığı ve çok beğendiği fotoğraflardan, şiirlerden, romanlardan birinden bir diğerine savruluyor gibiydi. Neden beklediğini anladığı için de çok mutluydu.

İçindeki ateş sönmüş, yerini güzel fotoğrafların, zihni uçuran sözlerin olduğu, içindeki hurufatın taşıdığı yükün ağırlığını biliyor gibi baktığı, hoş kapaklı kitaplara, dergilere bırakmıştı. Ömrünce hiç tatmadığı yemeklerden haz alıyor, yüksek bir yere çıkıp oradan şehre bakmak, denizin bir kenarında durup gözlerini kapatmak, şehrin eski sahiplerinin bıraktığı bir duvara yüzünü yaslayıp ağlamak gibi huylar ediniyordu, kırlangıçları seviyor, o zamanlar evine her gün başka bir sokaktan gitmeyi marifet biliyordu. Hangi fotoğrafa baksa mutlaka sevecek bir şey buluyor, kiminle konuşsa kendini sevdiriyor, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyordu.

Oysa ayrılık, saatini kurmuştu bir kere.
google27928836a124597b.html