30 Aralık 2014 Salı

Lütfi Özkök ile Samuel Beckett

Samuel Beckett in the study of his Paris apartment. Photograph: Lütfi Özkök


Portre fotoğrafçılığı çok şaşırtıcı geliyor bana. Çünkü iyi bir fotoğraf beni fotoğraftaki insana bağlıyor.

Dünyanın en iyi portre fotoğrafçılarından biri olan Lütfi Özkök'ün portreleri de bana dokunan türden. Özellikle Beckett fotoğrafları. Asıl ünlü olan fotoğrafı yukarıdaki değil aslında ama benim en sevdiğim Beckett fotoğrafı yukarıda olan. 

Phaidon tarafından yapılan bir derlemede dünyanın en iyi  500 fotoğrafından biri olan fotoğraf işte aşağıda görülen: 

Samuel Beckett, Fotoğraf/ Photo by Lütfi Özkök, 1968


Söylemeden geçemeyeceğim: İkisi de temelde portre çekmelerine karşın Steve McCurry ile Lütfi Özkök arasında dağlar kadar fark var. Portre fotoğraflarının da türleri vardır çünkü. Bu türlerden sadece biri olan Steve McCurry ve benzeri fotoğrafçıların portreleri teknik olarak portre fotoğrafçılığının bir parçası sayılır. Portrenin konusu insandır çünkü. Fakat dünyayı bir tür turist gibi gezip göze değişik ve güzel görünen insanları fotoğraflamanın sadece belgesel anlamda bir değeri olabilir. 

Benim portre fotoğrafından anladığım başka bir şey. İşte bu bakışla Steve McCurry'nin çok iyi bir fotoğrafçı olduğuna inanıyorum ama Lütfi Özkök işte bu yüzden bir fotoğraf sanatçısıdır. 

Renkli giysiler giymiş, gözleri güzel yerli bir çocuğun fotoğrafına hiç kuşkusuz portre diyebiliriz. Fakat portre fotoğrafı bu değil bence. Bu anlamda Afgan Kızı isimli fotoğrafı hiç sevemediğimi hatta çok yüzeysel bulduğumu söylemek isterim. Afgan Kızı fotoğrafı bir zamanlar her yerde bulunan ağlayan çocuk fotoğrafı gibi bir şey ifade etmiyor bana.

Benim anladığım portre fotoğrafçılığı, insanın yüzü ile ruhu arasındaki bağı inceler. Dünyanın değişik yerlerinde yaşayan "ilginç" insanların fotoğrafları bana bir çeşit duvar gibi geliyor. Fotoğrafın arkasındaki düşünceyi göremiyorum, beni çağıran bir işaret bulamıyorum. Bir türlü fotoğrafın gerçekliğine, gördüğümün sahici oluşuna inanamıyorum. Portre fotoğrafından istediğim, beklediğim şey beni davet etmesi, düşünmeye çağırması. Afgan Kızı fotoğrafına bakıp düşünüyorum mesela, fakat beni çağıran bir şey bulamıyorum. Aklıma bölük pörçük fikirler geliyor sadece, Afganistan'ı düşünüyorum, kadını erkeği çocuğuyla birlikte Afgan insanını düşünüyorum ama bir yere varamıyorum. Bu tür "seyyah acıların" fotoğraflarıyla aramda aşamadığım bir şey var. Zorla düşünmem istenen bir şey, "Bakın burada böyle bir şey var." diyen rahatsız edici bir dış ses var sanki. Kendi sesimi duyamıyorum. Lütfi Özkök'ün fotoğrafları öyle değil.


Duvarı aşan fotoğrafçıları seviyorum.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Fotoğrafın yabancısı

Narmanlı Han, 2007, Olympus XA2, Kodak Ektachrome ©bizans
Bazı fotoğraflar hiçbir zaman öpemeyeceğiniz bir sevgili gibi. 

Ona, o zamana hiçbir zaman kavuşamayacağız.

Bizler, fotoğrafa, yazıya meraklı insanlar, ağaçları kuşları, denizleri ve tabiatı seven insanlar, bizler bir fotoğrafın içinde hiçbir zaman yayılamayacağız.

Bir fotoğrafa dönüşse de bakışlarımız, geriye kalan her zaman bize bir kalp atışı kadar yeşil bir yabancı.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Yalnızlık Saati

©bizans


Sabahın erken bir saatinde kitapların sessizliğine uyandım. Her yerde, kapının ağzında, sehpada, yatağın yanında, masada, dolaplarda, her yerde kitaplar vardı. Çok değildiler ama öbek öbek şurada burada bekleşiyorlardı. Soğuk ve ışık, perdesiz evin penceresinden olanca acımasızlığıyla, önce mutfağa oradan benim bulunduğum yere misafir oluyordu.

Kitaplar da fotoğraflar gibi yalnızdır. Tekrar uykunun kollarına bıraktım kendimi. Eski bir fotoğrafı düşündüm. Kütüphanemin huzurlu zamanlarından kalma bir fotoğraf. Ne var ki fotoğrafı çekende huzur yoktu. Fotoğrafların sessizliğinde aziz bir kahvenin yumuşaklığını arıyorum. Bir bardak fotoğraf zamanla insanın içinde telve bırakıyor.

Kitaplar da fotoğraflar kadar yalnız.

9 Ekim 2014 Perşembe

Bizimle konuşan, bizimle susan


©bizans
Işık bir çeşit yağmur. Fotoğrafı doğuran şey ışık, fotoğrafın canı, fotoğrafın gövdesi ışık. Ne zaman bir fotoğrafa baksam önce zamanı görüyorum. Zamanın kendisi ışık olmuş ve fotoğrafa yayılmış. En karanlık fotoğrafta bile az veya çok güzel bir ışık var, ışığı yutan bir fotoğraf olmaz, ancak esim olabilir sadece. Dökülen ışığı arıyorum, beni rüyalara götüren ışığı, bana merakla bakan ışığı, bana şefkatle dokunan ışığı arıyorum. 
Bazen günlerce, bazen haftalarca hiç fotoğraf çekmeden dolaştım. Çantamdaki fotoğraf makinesinin ve objektiflerin ağırlığıyla dolaştım. Her şeyin olduğu bir fotoğraf yok, daha doğrusu kusursuz fotoğraf yok. Kuşkusuz bu güzel bir şey. Daha çok fotoğraf üzerine düşünmeye ve daha çok fotoğrafı aramaya iten bir arayışa neden oluyor. 
Fotoğraf üzerine düşünsem de fotoğraf çekerken düşünmüyorum, daha sonra düşünmek istiyorum. Görmeye çalışıyorum, sonra biraz da makinenin görmesini istiyorum. Bir leke görüyorum mesela. Fotoğrafın sağına veya soluna o lekeyi bırakıyorum, sonra düğmeye basıyorum. Lekeden başka bir şey yok. Fotoğrafta bir bardak kahve görünüyor, oysa ben o lekeyi görüyorum. Porselen fincan üzerindeki o güzelim kahve lekesi benim için o fotoğrafı diğer bütün fotoğraflardan ayıran bir şeydir.

Öte yandan fotoğraf bir arınma duygusu vermelidir diye düşünüyorum. Ben de bir şeye dikkat kesildiğimde, sadece onu duymak istediğimde, gözlerimle kulaklarımla burnumla gövdemle ona bakmak isterim. İçinde kelimelerin olduğu fotoğrafa bakan kişi de kendi gördüğü/okuduğu şeylere dikkat kesilsin, kalbi irili ufaklı dertleri bir kenara bıraksın isterim. 
Ayasofya'yı veya bir başka güzel mimari yapıyla karşı karşıya geldiğimde tek bir şeye bakıyorum, önce ışık, benim görmemi sağlayan şey ışıktır. Dünyanın ışığı rüzgâr olur, dokunur, ısıtır, aydınlatır, duyurur, heyecanlandırır, üzer, kahreder, ağlatır. Işık mekânı doldurur, haşmetli olan, saltanatını sürdüren bir yapının büyüklüğü değil, ışığın içeride ve dışarıda rahatça esmesi, gürlemesi, fısıldamasıdır. Görünür kılan, anlaşılır kılan ve anlamsızlaştıran da ışıktır. 

Her ışığın gölgeye ihtiyacı var. Gölge olmayınca bir şey olmamış gibidir, mayasız ekmek, olgunlaşmamış üzümdür. Gölgenin olduğu yerde ise her şey deniz kıyısında, olması gerektiği gibi: Olasılıklar artar, görünümler değişip durur. Gölge her ne kadar sadece ve sadece kendini düşünmek istese de ışık kendisi dışında neredeyse her şeyi düşünür.  
Yapay ışık ise, kimyasal kokuları hatırlatır ve doğadaki karşılığı ile aslında bir ilgisi yoktur, ismi benzer sadece, mış gibi yapar, biz de kanarız, bile isteye kendimizi uyuştururuz. Gecelerin aslında ışıksız olması gerekirdi, biz ışığı bekleyen canlılar olmalıydık, yapay ışık fazla gerçektir, fazla uzak. 
Fotoğrafta görülen gölgeleri sevmek gerekmez, onlar anlamlıdır sadece, içimizdeki iyilikle el ele gezen kötülüktür ama kötü değildir aslında, yolunu kaybetmiştir, gölgenin gövdesi aydınlık olan ışığın ve içimizdeki karanlığın bir parçası olduğunu duyurur, yolunu bulursa yok olacaktır. Saf ışıkta fotoğraf yoktur. 

Fotoğrafa dönüp baktığımızda aslında neye bakarız? Bakışın olduğu her fotoğraf kendi sorularını biriktirir ve dünyada sorulardan başka bir şey yok. 
Fotoğrafı çeken kişi oraya bakışlarını bırakır. Bu bakış bazen görülmez. Fotoğrafa bakan kişi kendi bakışlarıyla karşılaşabilir, o zaman bir başka boyutta bir başka kişi olduğunu anlar, bazen  uysallaşır, fotoğrafçının bakışına eşlik eder, bu bakış aslında bir yerde ona aittir, bazen yüzü kararır, bir isyancıya dönüşür, tıpkı bir şiiri bir romanı okur gibidir, okuyan insan, yazan insana veya yazılan insana dönüşebilir. Karar bakışımızda gizlidir. Bizimle konuşan, bize bakan, bizimle susan fotoğraf iyidir.

Fotoğrafın en güzel yanı sükûnettir. Doğrudan, çekinmeden bakabilmek, olduğun gibi ışığın içinden geçmesine izin vermek iyidir. 

8 Ekim 2014 Çarşamba

Bir ağaç. Bir taş. Bir bulut.

©bizans



Küçük boyutlu veya bir formalık kitaplara özel bir ilgi duyuyorum. Boyutlarından dolayı (küçük, ince) bana çok sevimli geliyorlar. Bu kitaplara dokunur geçerim, çok azına sahip olmak istemişimdir. Tasarımına ve içeriğinin uyumuna bayıldığım kitaplardan biri de Curson McCullers'ın "Küskün Kahvenin Türküsü" geliyor.

Fotoğraf bundan 6 yıl önce bir yaz günü (Temmuz 2008) çekildi. Güneşin perdeden odaya misafir olması yeni bir şey değildi ama gölgelerin ve koltukta bırakılmış kitabın birlikteliği yeniydi. Güneşin altında yeni bir şey yok elbette varsa da öncesi olmadığı için çiğdir, fabrikadan yeni çıkmıştır, yeni olan daha önce bir araya gelmememiş şeylerdir, eski bir kitap ile yıllardır aynı yerde duran koltuk, güneşi imbikten geçirip süzen perdenin gölgesi ve benim ayakta durup bunlara bakışım, eskilerin buluşması yeni.

Kitaptaki öyküler, hele bir kez okunduktan sonra unutulmayacak olan olan arasında yerini alan "Bir ağaç, bir taş, bir bulut" tıpkı bu fotoğraftaki gibi güneş ışınlarının odanın içinde zarif bir edayla kanat çırpmasıdır. 

Ben o zaman sevmeye başladım işte, eşyayı unutup eşyanın ruhunu hatırlayınca. Sevmeye bir kitapla başlamıştım, hiç tanımadığım bir ülkede geçen çok uzak ve fazla yakın bir öyküde. Sonra güneşi, ışığın içinden geçerek başkalaşıp düştüğü yerde çiçek açmasını sevdim. Sonra yağmuru sevdim. Küçük taşları odama götürüp bir cam kavanozda biriktirdim. Sonra bulutları biriktirdim saçlarımda, yaşlandıkça daha çok bulut oldu. Temiz beyaz bulutlardan gri kirli olanlarına varıncaya dek gördüğüm bütün bulutları biriktirdim, onları sevdim.

Bizim için iyi olan fotoğrafın nesi güzel biliyor musunuz? Zamanın içinde bir nehir gibi akması güzel. Carson McCullers'ın bir öyküsünü okurken Samed Behrengi'nin yazı masasına gözyaşlarından mürekkep bir adam olarak oturup bir öykü anlattığını anlamak güzel. Okunan kitapların okuyanın içinde ebrulaşan rüzgâr gibi esmesi güzel. 

Işığın bir öykü olup fotoğrafa akması güzel.

3 Ekim 2014 Cuma

Bir kez daha fotoğrafa baktım



5 Ekim 2010, İstanbul. ©bizans

Dün gölgemle konuştum biraz. Karnım ağrıyordu. Evdeydim ama ruhum evden uzaktaydı. Kitaplarım uzaktaydı. Kalemlerim daha uzaktaydı. Her şey beni yukarıya doğru çekiyordu. Her şey nasıl, nasıldı? Gölgem kötü bir rüya görüyor kaç gündür. Gölgem gidip duruyor. Ben bir fotoğrafta kendimi düşünüyordum utanarak. Bir şarkı söylüyordu gölgem. Soğuk çimenlere uzandım. Fotoğraf makinemi yıllar önce baktığım yere çevirdim. Gözlerimi kısarak baktım her zamanki gibi. Umutla mı bakmıştım dünyaya? Gölgem hayretle beni inceledi. Gökyüzü beyazdı, toprak siyah, gözlerim kahve. Gölgem bir fotoğrafın içinden nereye varacağını bilemiyordu. "Her şeyi özlüyorum." dedim gölgeme. "Ama sen kimsin bu fotoğrafta?" dedi gölgem. "Yeter artık benden söz etme." diye yalvardı fotoğraf. İçimde sadece raflar var, kitap yok. Bir iki tane unutulmuş gazete. Güneş bakınca sararmış. Bir defterden koparılmış kenarı tırtıklı bir sayfa duruyor en alttaki rafta, eğilip alıyorum, "münhal" yazıyor kâğıtta. Kapının zili çaldı sandım. Telaşla toparlanıp yürüdüm, kapıyı açtım. Sessizlik, kapıda kimse yoktu. 

Bir kez daha fotoğrafa baktım. Gözlerim oradaydı.

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Kalbin saati


Olympus XA, Kodak T-Max 400, 2009


Dün gözlerim çok ağrıyordu. İğneler batıyordu sanki ve baktığım herşey gözlerimi acıtıyordu. Işığa tahammül edemiyordum. Gündüzün bir an önce bitmesini, karanlığın gözlerimi avutmasını bekledim.

Erkenden uyudum. Daha doğrusu nasıl uyudum bilmiyorum. Bir yıldan fazla oldu uyuyamıyordum. Bin türlü derdim var. Doğrusu nasıl uyudum bilemiyorum en son hatırladığım  Hani Niroo'dan Shokoofeh adlı şarkıyı dinlemeye başladığımdı. Sabah dokuzda uyandım. Bir-iki saat uyuyup uyanan, kitap okumak isteyip okuyamayan, yazı yazmak isteyip yazamayan biri için çok tuhaf bir durum. Kendimi yıllardır uyuyamıyormuşum gibi hissediyordum.

Şunu da söylemek lazım, hayatım belki bozuk ama dünyada öyle şeyler, öyle acılar yaşanıyor ki benim sorunlarım incir çekirdeğini doldurmaz belki. Böyle düşünüp içimi ferahlatmaya çalıştım. "Işık gözlerimi çok acıtıyor ama ışık olmayınca çok sevdiğim fotoğraflar da olmuyor" dedim kendi kendime.

Sabah uyandığımda ellerime baktım önce. Sağ elimi yumruk yaptım ve sanki tek kişilik bir yatakta değilmişim ve sen yanımdaymşsın gibi, kulağına fısıldar gibi "Kalbim işte bu kadar." dedim. İşte bu kadar kalbim. Ölene kadar aynı şarkıyı söylemeye yazgılı bir organ. Arada sırada ritmi değişiyor o kadar. Kalbimin fotoğrafını çekmek isterdim.

Kaçınılmaz olarak fotoğrafın kalbini düşündüm sonra. Birden 2009'da çektiğim bir fotoğraf geldi aklıma. Onu aradım ve "Analog" başlıklı bir dosyada buldum.

Dünya karanlık bir yer. Kaç gündür dünyaya bakmak istemiyorum, gözlerim belki bu yüzden ağrıyor. Bir gazetede çalışıyorum. İşim fotoğraflara bakmak ve onları sınıflandırmak, fotoğraflara anahtar kelimeler vermek. Ama gözlerimi acıtıyor bu fotoğraflar. Yayımlanmayan fotoğraflar çok daha acı. Bu dünyanın en büyük felaketi insan. İnsanın en büyük felaketi yine insan.

Yine de ışık gerekli fotoğraf için. Seni görebilmem için ışık gerekli. Kalbimi görebilmen için ışık gerekli.

Fotoğraf çok tuhaf bir icat öyle değil mi?

Eşyanın kalbi var mıdır?

Ne zaman birlikte yürüyebileceğiz ey güneş?

Ben hep karanlıkta hep serin bir yerde durmak zorunda mıyım?

Işık olmayınca, müzik olmayınca, şiir olmayınca, hikâyemiz olmayınca ve kalbimizi görmez olunca daha az insan oluyoruz galiba.

24 Temmuz 2014 Perşembe

Asaf Hâlet Çelebi'nin düş gören saati

Aramızda kalsın, sana bir sırrımı söyleyeceğim: Asaf Hâlet Çelebi iyi bir şair olmasının yanında iyi bir yol göstericidir.

Bugün Çelebi'yi düşündüm. Onunla şarap kıvamında bir kahve içmek, denize onunla birlikte bakmak isterdim. Bir sahafta iyi bir kitap bulmak için eşelenmek, kütüphanede onunla birlikte dergi karıştırmak isterdim. Aynı bahçede onunla birlikte oturup düşünmek isterdim.

Çelebi ile her defasında bir başka dünyaya baktığımı bilirdim.
Biz başkasıyız aslında, kendimize daha çok bakmalıyız.
Tıpkı Fernando Pessoa gibi.

(Fotoğraf işte böyle bir şeydir: Gördüğün her ne ise değişmez gibi görünür. Oysa her defasında bir başka fotoğrafa bakarsın. Fotoğraflar olduğu yerde durmaz. Her defasında gördüğünü, anladığını zannedersin ve değişirsin, anlamasan bile değişirsin. Fotoğraf, bitmeyen bir yolculuktur.)

Anlamışsındır, bir başka Pessoa, bir başka Çelebi daha var. Sana on(lar)dan söz etmek istiyorum. Onunla kahve içtim, kitap okudum, dergi baktım. Seni tanımıyorum belki, yine de senin kim olduğunu daha doğrusu önceden bildiğim sen olduğunu biliyorum.

Bir fotoğraf gibiyiz seninle. Bir fotoğrafı okumanın türlü yolları gibiyiz. Farsça bir şiir gibiyiz. Her okunduğunda kulağa biraz daha kederli biraz daha acımsı gelen ama her okunduğunda eğer seni öpebileceğim kadar bana yakınsan saadetin sevincini duyuran bir şiir gibiyiz.

İnsan çok tuhaf. Hep aynı olduğumuzu, değişmediğimizi düşünüyoruz. Çünkü değişmeyen yanlarımız var. Külliyen değişmesek bile, değişim azar azar gerçekleştiği için hep aynı hâlde olduğumuzu düşünüyoruz. Bu durum hem iyi hem de kötü. Karşına çok ihtiyaç duyduğun bir kitap, bir insan çıkabilir. İstemeden zehirlenebilirsin ve felç olabilirsin ve bir süre sonra kendini hareket etmez bulabilirsin, daha kötüsü kendine kötülük yapabilir, hiç kurtulamayabilirsin. İhtiyacın olan asıl yer çok yakın olabilir fakat sende ona ulaşacak güç kalmamış olabilir. Başın ağrıdığında, dünya bir baş ağrısıdır.

Bir kuş gibi yükselmek, unutmak istersin olanları. Bulunduğun yerden ibaret sandığın için üzülüp durursun, isyan edersin, üzülürsün, mutsuz olursun. Hayat azap verici olabilir. Bulantı seni esir alabilir.

Oysa dünya Pessoa gibidir. Tek bir katmandan ibaret değildir.
Dünya biraz Asaf Hâlet Çelebi gibidir, tohuma bakıp ağacı görebilirsin.

Pessoa öleceğini elbette biliyordu. Bir gün hiç tanımadığı ve hiç tanıyamayacağı birisinin okyanusa onun bakışıyla bakacağını da biliyordu. Çünkü bize bu konuda mektuplar yazdı ve her defasında bir başkası olarak yazdı. Küçük incelikler de yaptı. Mesela sen pembeyi seviyorsun diye sana pembe mürekkeple yazdı. Benim okuduğum mektup ise yeşilin en güzel tonuyla, zümrüt renginde kaleme alınmış.

Çok mu karışık anlattım?
Aldırma bana. Demem o ki:
Ben ve sen, Çelebi ve Pessoa.
Bir avluya oturmuşuz.
Düş görüyoruz. 

30 Haziran 2014 Pazartesi

23 Mayıs 2014 Cuma

Fotoğraf: Ekmek, güneş ve sen

©bizans


Olmaz, demiştim. Olmayacak, birlikte bir fotoğrafımız olmayacak. Zamanda yolculuk mümkün olsaydı, sen daha çocuk iken seni beklemeye başlayacaktım. Olmayacak canım arkadaşım. Çünkü sen eski bir fotoğrafta kalmışsın, gölgeler içinde yüzüyorsun. Olmayacak şey, oradan çıkıp gelemeyeceksin buraya, gelsen de bir şey değişmeyecek. Ne kadar hazırlık yapsan da yine şaşıracaksın. O zamanlar, hiçbir şey bilmiyordun, çok kitap vardı evinde, duvarları kitaplarla doldurmuştun. Ayağını suya uzatmış ve sadece bununla yetinmiştin. Olmayacak. Burada, unutuşun kıyısında olamayacaksın. Sen bu fotoğrafın karşısındasın.

Fotoğrafın rengi seni aldatmasın. Şiir de böyledir, müzik de bunun gibidir işte. Kapıda bıraktığını sanıyordun değil mi? Olmayacak, seninle karanlıkta başka bir fotoğraf olmayacak. Neden gelmek istiyorsun ki buraya? Gelemeyeceğini bildiğin için aptalsın. Sınırlar seni kışkırttığı için akıllısın. Bir mezarlıkta kitap okuyup, şarap içip dans ettiğin için gelemeyeceksin. Gülümse.

Yanlış bir fotoğraftasın. Ne tarih doğru, ne de yer. Hatırlamıyorsun, sevdiğini zannetmiştin bir zamanlar. Oysa hakikat öyle değilmiş. Sevmek bir yumruk gibi yüzüne geldi işte, başın döndü, dengen bozuldu, bildiğin her şeyi unuttun, miden bulanıyor, arzuyla, coşkuyla olmayacak bir fotoğrafa gitmek istiyorsun.

Olmayacak canım arkadaşım. O fotoğraf çok eski. Sen o zaman sevmeyi de beklemeyi de bilmiyordun. Yok sanıyordun o fotoğrafı, o yüzden hep başka fotoğraflar çektin. Bilseydin beklerdin. Sevmek Zamanı. Fotoğraf. Kulaklarında eski bir şarkı.

Geçenlerde yine aynı fotoğraf çıktı karşına. Duvarda eski bir film. Duvarda eski bir saat. Duvarda, bir tarih kitabı vardı, duvarda başka bir zamana akan sen vardın. Seneler seneler evveldi, kalbini söküp şiir yazmıştın. Dolmakalemin kırılmış, mürekkep ellerine dökülmüş, masaya yayılmıştı. Bilseydin beklerdin, biliyorum. En iyi fotoğraf için çok beklerdin. Sen fotoğrafa hiç inanmadın. Onun için hep gölgelere sığındın.

Şimdi fotoğrafı koklayabiliyorsun, fotoğrafın saçlarını bile ördün, dalgalar Boğaziçi kıyısındaki bir camiye çarpıp dağılırken, bir bankta oturmuş, ilk defa hayatının fotoğrafına bakmış saçlarını örmüş ve onu öpmüştün.

Görünmüyor ama mutluydun. Mutluluk bir ekmek gibiydi ellerin arasında. Ekmeğin kabuğunda gülümsemek vardı. Oyyy hamuru keder doluymuş meğer! Varsın öyle olsun. Şiir de böyle bir şeydir zaten: Ateşten gömlektir şiir.

Duvara baktın. Omuzlarında bir ağırlık, görmediğin bir kuş sesleniyor metrelerce yükseklikteki bir ağacın gölgesinden. Bir kahve içmek için yokuştan aşağı indin, devasa çirkin bir binanın girişinde durdun. Olmayacak şey. Boşuna hayal kuruyorsun, birlikte burada bir fotoğrafın tarihine eğilebiliyor musun? Salkımsöğüt ağaçları yok burada. Sadece kahve var. Kahveyi şaraptan üstün tutmaya başladın.

Bir zamanlar, evin bir odasında gizli gizli şarap içiyordun, sarhoş olup uyuyordun. Uyumanın başka yolu yoktu. Şimdi kahve içip sarhoş oluyorsun, uyumak gelmiyor içinden, bir fotoğrafın kıyısında, ürperiyorsun.

Hayır, elbette bu fotoğraf değil. Bu sahte bir fotoğraf, aslını bulamadım. Benim anlattığım fotoğraf başka. Gözlerindeki fotoğraf daha değerli. Daha eski bir fotoğraf. Keşke bekleseydin beni, o fotoğraf varmış. Keşke bekleseydim seni, o fotoğraf varmış. Bir ağaca sarılmış, bir ada dolusu sessizlik ve geniş bir zamanı hatırlamıştın. Bekleseydin, zaman kaybetmezdin.

Senin için hazırlık yapmış olsaydım bunları da yazmazdım hiç. Seni beklerdim, yazı ve fotoğraf biriktirirdim, seni beklerdim. Sadece senin görmen için gülümsemeleri biriktirirdim. Seni her gördüğümde ağzım kulaklarıma varsın diye biriktirirdim.

Şimdi sen de anla istiyorum, tıpkı başkaları gibi, fotoğrafın bir ucundan bakıp kendilerini düşünenler gibi. Sen de kendini düşün, bana bakma, çünkü baktığın yerde değilim, yanındayım, bekliyorum. Senin gölgende büyümüş bir ağacım sadece. Denize bakıyor ve ürperiyorum. Güneş beni ısıtıyor, sevdiğim mevsimi değiştirdim, deliliğin rengi sarı imiş, sen mi söylemiştin, çok sevdiğim bir arkadaşım mı? Daha gerçek yüzümü bile görmedim. Yavaş yavaş deliriyor ve güneşleniyorum.

Fotoğraf, ışık değil midir? Senin gibi. Gülümse.
google27928836a124597b.html