17 Nisan 2009 Cuma

Nedamet saati



Saat 05:00. Erken kalkmak güzelmiş. Muhteşem bir sükunet var. Kahveyi suyu ayarlayıp cezveyi ocakta kısık ateşte bırakıp pencereden dışarı bakıyorum. Hep deniz kenarında veya dağlara bakan bir evde yaşamak isterdim. Ancak ne yazık ki Mimar Sinan taklidi bir caminin avlusuna bakıyorum sadece. Arkada TOKİ’nin diktiği dev blokların günden güne boy attığını görüyorum. Fakat her şeye rağmen gün ışımaya hazır, meyus bir hali var bu vaktin. Çocukların üzerini örtmeye gidiyorum.

Mutfağa döndüğümde kahveyi biraz daha karıştırıyorum. Neyi okusam diye düşünürken Roll dergisinde karar kılıyorum, kapakta Neil Young var (taze taze, Nisan 2009 sayısı). Aslında güncel müzikten uzak kaldım, uzun zamandır Meral Uğurlu ve piyanoya yoğunlaştım. Müzik dinlerken insan sesine tahammülüm de iyice azaldı. Sadece arada sırada Meral Hanım’ın kulaklarımdan zihnime karışan sesi teskin ediyor beni. Bazen Bob Dylan da fena olmuyor. Ama hepsi o kadar işte.

Piyano dediysem de öyle gürültülü şeyler değil, sessizliğin de müziğe dahil olduğu eserleri seviyorum: Memories Of Green, Snow On High Ground ve bu sıralar çok dinlediğim "It Was A Cold Day In February And We Walked Across The Lake" gibi eserler. Gün içinde çalışırken bilgisayardan piyano sesi gelmesi beni acayip mutlu ediyor.

İstediğim müzik de sevdiğim fotoğraflar gibi olmalı diyorum artık. Fazla net olursa tuhaf geliyor bana, sade olmalı fotoğraf, biraz huzur, biraz kederle dolu, pütürlü olmalı yüzeyi, hem kenarında gölgeler de olmalı bolca, hem de birazcık hayal vaat etmeli. Üzerinde haddinden fazla herhangi bir şeyi zinhar barındırmamalı.

Galiba bulanık fotoğrafları daha bir seviyorum böyle sabahlarda. Masaya geçerken rafta Geniş Açı’nın 3. Özel sayısının kapağına göz kırpıyorum, Özlem Şimşek’in fotoğrafı siyah beyaz gülüyor. İşte fotoğraf böyle bir şey olmalı, müzik nasıl kulaktan akıyorsa, fotoğraf da gözden içeriye ince ince akmalı. Nedamet duymamak mümkün değil, zaman da böyle akmıyor mu? Her bir şeye geç kalmışım, zamanında yanlış işler yapmışım da bir türlü düzeltememişim hissi içindeyim. Yalan da değil aslında. “Hayatta yaptığınız şeylerden hiç pişmanlık duymayın çocuklar” demişti 1992 yılında Beşiktaş’ta Yıldız Dershanesi’ndeki bir öğretmenimiz. Bu tarz insanlara o zamandan beri hep şaşırırım.

Bütün bunları bir kenara bırakıp, kahve içerek Crosby, Stills, Nash ve Young söyleşilerinden yapılmış derlemeyi okumaya başlıyorum. CSNY grubunu ve sonra Young’ı 90’ların başında çok dinlerdim, oysa şimdi evde ne plak kaldı ne de pikap. Ama hiç kaybolmamış o müziğin ruhu, kafamın içinde gezinip duruyor, unutmak da zor zaten.

Söyleşilerin bir kısmını daha evvel okumuştum, kaldığım yerden devam ediyorum.
18. sayfada “İnançlı bir insan mısınız?” diye bir soru görünce meraklanıyorum. Şöyle diyor Young:

“Bu konuda konuşmaktan hoşlanmıyorum. Çünkü başka insanların inançlarını yargılıyor durumuna düşmek istemiyorum. Ben doğaya inanıyorum. İlla bir sınıflandırma yapmak, bir ad koymak gerekirse, pagan olduğumu söyleyebilirim. Pagan kötü bir kelime olarak telakki ediliyor. (…) Hâlbuki kötü bir şey değil, aksine iyi bir şey. Güzel bir kelime. Tek tanrılı dinlere, organize dinlere inananlara saygı duyuyorum. Ama benim olayım değil. Benim inancımın doktrini yok, kitabı yok, kilisesi yok. Benim kilisem orman. Düşünmek istediğimde ormanda dolaşıyorum. “ Bunları okurken ezan da okunuyor. Baba adammış Neil Young.

2 Nisan 2009 Perşembe

Maurice Blanchot



İlk okuduğum Blanchot kitabı (sıkı kitaplar yayımlayan Metis Yayınları'nın bir mahsülü) Karanlık Thomas oldu, fotoğraftan hayatı boyunca uzak durmuş olan yazarın bu eşsiz kitabını o zamandan bu zamana ne vakit okusam kafamın içinde gri tonlarda bir yığın fotoğraf oluşup duruyor. Karanlık Thomas'yı Sosi Dolanoğlu dilimize çevirmiş, bu çevirinin kıymetini başlangıçta takdir edememiştim. Sonra bir gün kötü bir Blanchot çevirisiyle karşılaşınca utanarak harika bir çeviri olduğunu anladım, bazen çevirmenleri unuturuz sanki yazar bizim dilimizde yazmıştır, o kadar tanıdık ve yakındır, bu da evvelâ çevirmenin başarısıdır elbette, teşekkür etmeliyiz. Karanlık Thomas'ya tekrar gelirsek, bu incecik ama özgül ağırlığı yüksek olan kitap 1993 yılında basılmış, bense kitabı 95 veya 96 yılları arasında okuduğumu hatırlıyorum, fakat ilk kitabı kaybettiğim için ikincisini Pandora kitabevi'nden almışım, satış fişini arka kapağın içine hafifçe yapıştırdığım için bu bilgi sağlam: Buna göre 29.10.1999 tarihinde 17:09 sularında almışım bu kitabı.

Son olarak bir de Ölüm Hükmü'nden söz edeyim, Kabalcı Yayınları ürünü olan kitap çok hoş, güzel bir kağıda basılmış, yayınevleri böyle güzel kağıtlara kitap basmıyorlar pek, (Norgunk'un bütün kitapları güzel basılıyor ama onlar da istediğim şeyleri basmıyor orası ayrı ;) Neyse Arzu Dalgıç Aydın ve Berna Kılınçer çevirmiş dilimize özenli ve temiz bir Türkçe ile Blanchot okumak gibisi yoktur, bu da gönülçelen bir kitap ama ilk okuduğum Blanchot kitabına dönüp dönüp bakarım. Bu yüzden hep çıkaranların akıllarına sağlık dediğim kitap-lık dergisinin (Aralık 2008) 122. sayısının 66. sayfasına gelince "Karanlık Düş: Thomas" başlığını gördüğüm an nasıl sevindiğimi tahmin edersiniz. Hande Koçak'ın yazdığı bu enfes makaleyi yutarcasına okudum. Öylesine kalpten öylesine içten yazmış ki, gidip Karanlık Thomas kitabına sarıldım. Demek, dedim sadece benim zihnime kazınmamış Thomas.

Maurice Blanchot’un yazısı, dili bence köşeleri karanlık bir fotoğrafa benziyor, veya bir başka açıdan bakarsak, fotoğrafın kendisi köşeleri karanlık bir yazıya benziyor, hem kederli bir yüzü var hem de hayat dolu. Yukarıdaki fotoğrafın kendisine gelince başkaları nasıl değerlendirir bilmem, büyük bir olasılıkla dışarıdan bakan gözler için sıradan bir fotoğraf, ancak bir Blanchot okuru, bir Karanlık Thomas yakını benim gibilerin okuduğu, gördüğü gibi bakabilir. Kendi kendimle konuşursam ilk kez 3 yazarı, 2 fotoğrafçıyı ve 2 ayrı zamanı aynı fotoğraf üzerine sabitlediğimi düşünüyorum, tuhaf.
google27928836a124597b.html