30 Ağustos 2010 Pazartesi

Ali Taptık ve "efekt üzerine"

(BİÇİM SORUNLARI ÜZERİNE SORULAR)

Ali Taptık önemsediğim ve çok beğendiğim fotoğrafçılardan biri. Fotoğrafları ise ayrı bir yazının konusu. Şimdi aktarmak istediğim ve Taptık'ın blogundan aldığım yazısı başka bir konu.

Daha önce okumuş ve bir yerlere not almıştım. Sonra unutmuşum, internette gezinirken ve bir yandan fotoğrafta biçim üzerine düşünürken, aynı efektin biribirinden farklı fotoğraflarda kullanıldığını ve artık ikrah derecesine geldiğini görünce aklıma aşağıda okuyabileceğiniz yazı geldi. Çünkü yazıdaki o meş'um soru halen baki:

"Belli bir tekniği her fotoğrafa yaklaşık aynı şekilde uygulayarak anlam yaratmak mümkün mü?"


"efekt üzerine

Şu sıralar fotoğrafa sürekli artan bir ilginin olduğu kesin.Sayısal görüntüleme tekniklerinin bazı insanları analog fotoğrafa heveslendirdiğini de görmüyor değilim; hatta buna seviniyorum da kendi adıma, belki film bulmak kolaylaşır diye...Ayrıca zaten daha üstünden iki saat geçmeden Cem Çetin' in bir yazısında1 dediği gibi "deklanşör soğumadan", fotoğrafları flickr'da ya da o çeşit bir mecrada görmek mümkün. Bu fotoğraflara çok hızlı bakabiliyor olmanın insanları nasıl etkilediği de kafamda çok büyük bir soru işareti ama bu ayrı bir konu. (lütfen bana "geçen günki fotoğrafları hala göremedik" demeyin üzülüyorum).


Yeni gördüğüm örneklerde şöyle bir sorun seziyorum. 3 ya da 4 renk ve baskı tekniği var kökenlerini analog fotoğrafta bazı alternatif proseslerden alan ve gördüğümüz örneklerde bu tarz abartılı baskı tekniklerinin sürekli kullanıldığını görüyorum ama belki de kendi baskılarını yapan bir fotoğrafçı olmaktan bu görselliğin bir efekt şeklinde yerleştiğini görüyorum. O zaman aklıma şöyle bir soru geliyor: Belli bir tekniği her fotoğrafa yaklaşık aynı şekilde uygulayarak anlam yaratmak mümkün mü? Böylesi bir şey ancak fotoğrafa uygulanan etkinin fiziksel olarak ne olduğunu (aşırı pozlama, az pozlama, negatife zarar verme ya da polaroid kullanımı) düşünmek gerekiyor bence, eğer bu düşünce fotoğrafın anlamıyla birleşebiliyorsa fotoğrafın üzerinde bir efekt katmanından farklı birşey oluşabilir ve anlamlı bir bütün olabilir.2 Bahsettiğim efektli fotoğrafların çeşitli internet sitelerinde çok fazla ilgi ve beğeni aldığını da görüyorum ama içerik ve görsellik üzerinde beraber çalışan fotoğrafçıların sayısı hala çok az, böyle yeni birilerini biliyorsanız lütfen bana da gösterin...


1 Sanat Dünyamız dergisi, sayı 84
2 Aşırı pozlama için Paul Graham' ın American Night'ına, polaroid kullanımı içinde JH Engström'ün Herberge isimli kitabına bakılabilir."

http://www.alitaptik.com/blog/

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Lisa Wiltse ve uçlarda yaşayanlar

Lisa Wiltse 1977 ABD, Connecticut doğumlu bir fotoğrafçı, uzmanlık alanı ise uçlarda yaşayanlar. Fotoğraflarının hemen hepsinde sağlam bir görsel değerlendirme yaptığı görülüyor, ancak hiç hesapçı olmayan, simetri ve ritim gibi çeşitli yapısal öğelere önem veren, yine de bazen herşeyi bırakıp kendini görünümlerin akışına bırakacak kadar nerede olduğunu ve ne yaptığını bilen sıcakkanlı bir fotoğrafçı.

Hayranı olduğum Paolo Pellegrin gibi Lisa Wiltse de biribirinin aynı görüntülerin durmaksızın çoğaldığı ve insanı boğduğu bir dünyada sıradan olmayan imgelerin ardından dünyanın her yerine gidiyor ve olağanüstü şiirsel fotoğraflar çekiyor.

Son çalışması ise modern hayatı ve teknolojiyi reddeden gerici bir hıristiyan tarikatı üyeleri hakkında. Kendi kuralları ve kendilerine özgü yasaları olan, ne doktor ne de öğretmen yüzü görmek istemeyen Bolivya'daki Menonit tarikatı üyeleri hakkında bir fotoğraf projesi bu.

Mennonitler yüzyıllar önce Almanya ve Hollanda'dan gelip Paraguay, Meksika ve Blolivya'ya  yerleşen insanlardan oluşuyor. Kendi giysilerini kendileri üreten, kendilerine has yaşam biçimine sadık olarak yaşayan ve sadece kendilerinin cennete gideceğine karşı katı inançları bulunan bu tarikatın Bolivya'daki kadınları ise geçtiğimiz Haziran ayında yaşanan bir cinsel saldırıya karşı seslerini duyurdular ve bu kez suçlular yakalandı.

Lisa Wiltse işte tam da bu sıralarda Bolivya'daki Mennonitlerin hayatını incelemiş. Fotoğraflarda da görüleceği gibi çoğu fotoğraf makinesinden korkuyor, çekiniyor, yüzünü kapatıyor veya sırtını dönüyor:

http://www.burnmagazine.org/essays/2010/08/lisa-wiltse-the-mennonites-of-manitoba-bolivia/

27 Ağustos 2010 Cuma

Donald Rodney: "Babamın evinde"


Bazı fotoğraflar insanın içine kazınıyor.


Donald Rodney'nin "Babamın evinde" isimli fotoğrafını ilk kez Geniş Açı dergisinde, Aytaç Uzmen'in yazısında  görmüştüm.

Rodney 18 Mayıs 1961 yılında doğmuş bir ingiliz sanatçı.

Fotoğraf ise 1997 yılında çekilmiş. İnsanlar ağır bir hastalık geçirdiği zaman farklı tepkiler veriyor, kimi hayata küserken, kimi dört elle sarılıyor. Sanatçılar ise daha başka bir tavır geliştirip yaratıcılıklarıyla birlikte bazen bir muhasebeye girişiyor, bazen yaşananları kayda geçiriyor, bazen geriye bulmacalar veya çeşitli bilgiler bırakıyor.

Babamın evinde çalışmasına baktığımda bunları düşünmüştüm. Avucundaki küçük evin malzemesini öğrendiğimde ise çok şaşırdığımı hatırlıyorum, sanatçı kalıtsal akdeniz anemisi nedeniyle yapılan ameliyatlarda kendisinden alınmış olan deri parçalarını kullanmıştı bu bir kaç santimetrekarelik evi yapmak için.

Ev, tahmin edileceği üzere çok derin bir konu, pek çok odası var, acısı ve tatlısıyla nice anılar barındıran bu odaların paralel bir hayatta, yani zihnimizde akan, barınan, tortular bırakan nice birikimleri de var. Bu fotoğraftaki ev ise Rodney için belli ki bir şeylerin temsilcisi veya simgesi. Kalıtsal olan hastalığına karşı bir ima da olabilir belki.

Donald Rodney bu çalışmasından bir yıl sonra 4 Mart 1998'de hayatını kaybetmiş.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Biraz ciddi fazlasıyla matrak: Hasisi Park

Hasisi Park hanımefendi 1983 Güney Kore doğumlu bir fotoğrafçı ve yönetmen (makarnalı kısa bir filmi var mesela çok beğendim).

Sinema eğitimi almasına rağmen kendisini önce fotoğrafçı sonra yönetmen olarak tanımlıyor.

Kitapsız bir fotoğrafçı zannediyordum, öyle değilmiş, kitabı şurada ve kendi adını taşıyor: Hasisi Park

Ataları arasında ingilizler de olduğu için bir ayağı Londra'da.

Fotoğraflarında kural yok, tabu yok, elbette düzen, intizam da yok ve ayıp nedir bilmiyor (doğru değil bu aslında, biliyor ve dalgasını geçiyor demeliyim).

Tabii o kadar da tuhaf ve şaşkınlık verici değil fotoğrafları, öyle fotoğrafçılar var ki mütemadiyen saçmalayıp her defasında biribirinden kötü eserler üretmeyi marifet biliyorlar, ben asıl onlara şaşırıyorum, sözünü etmeyi bile gereksiz buluyorum.


Fakat bütün bunları bir kenara bırakalım, Hasisi Park bazen insanı gülümseten, bazen 'vay canına' dedirten, bazen bu kadar da olmaz diyebileceğimiz ölçüde iyi fotoğraflar üretiyor.

Tabii 'iyi fotoğraf' nedir derseniz, orası biraz muallak, saygı duyulacak görüşler var ama mutlak bir tanımı yok, bir müze ziyaretçisinden bir sanat tarihçisine, bir küratörden bir arşivciye kadar türlü düzeylerde ortak paydaları da olsa herkesin doğal olarak kendine göre bir görüşü var aslında.

Ayrıca her öncü, meydan okuyan, tuhaf, şaşırtıcı veya zekice kotarılmış fotoğrafa peşinen iyi diyemeyiz, bana sorulursa, iyi fotoğraf zamanını aşan ve izleyiciyle bağlantı kuran fotoğraftır, anlamaya çağıran fotoğraf iyi fotoğraftır, hayata bir pencere daha açan ve kolaya kaçmayan fotoğraf iyidir derim.

Hasisi Park'ın fotoğraflarına baktığımda ise dünyaya gülerek bakan, bazen ima ederek bazen bodoslamadan eleştiren, bazen sadece o anı (hayatını, hayatı) paylaşan zeki bir kadın görüyorum.

Hasisi Park fotoğrafın sadece estetik değerlere doğru uzaklaşmasını değil biraz da aklın dışına, ancak uzaklara değil insan hayatının tam ortasına doğru açılmasını da temsil ediyor.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Peter Fraser hakkında notlar

Peter Fraser 1953 doğumlu ve çoğunlukla sıradan ayrıntılara takıntılı bir fotoğrafçı. Mikrofotoğrafçı değil yalnız. Hele bir kelebeğin antenlerini defalarca büyültüp gözümüze sokan fotoğrafçılardan hiç değil. Günlük hayatımızı çevreleyen ve artık çok alıştığımız için görmediğmiz eşyaların tabiatını görüntülüyor, tabii sadece bunları görüntülemiyor, başka şeyler de var, ancak benim sözünü etmek istediğim istediğim fotoğrafları bunlar.

Fotoğraf makinesi olup da günlerce haftalarca tek bir kare çekemeyen insanlara şaşırdığım için Peter Fraser'ı örnek gösteriyorum, evden, okuldan, işten çıkmadan, alışveriş için gittiğimiz marketten de pekala güzel fotoğraflar çekebiliriz, çünkü fotoğraf zaten yanımızda, yatağımızda, masamızın üstünde, baktığımız yerde.

Daha ayrıntılı bilgiler için lüfen bakınız:

http://www.peterfraser.net/

http://www.vincentborrelli.com/cgi-bin/vbb/101686.html


18 Ağustos 2010 Çarşamba

Ara Güler itirafları

Ara Güler 82 yaşına basmış. Gazetelerde Doğan Hızlan, Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal ile birlikte doğum günü kutlamasına ilişkin fotoğraflar var.

Doğrusunu isterseniz bazen sinir olurum Ara Güler'e, hiç sevmem fotoğraf sanatı hakkındaki sözlerini ve foto muhabirliğini göklere yüceltmesini. Sürekli huysuz ihtiyar havasında olduğu için de sevmem. Sürekli aynı fotoğraflarının dergilerde, kitaplarda, gazetelerde yıllar yıllar boyunca karşıma çıkması da sinirlerimi geren bir diğer konu.

Ama Ara Güler'i severim bir yandan, asi ruhlu bir fotoğrafçı olduğu için, söylemlerinde belli bir tutarlılığı taşıdığı için severim, biraz da fotoğrafçılığın belge kısmına spot ışıklarını tuttuğu ve bizi düşünmeye sevkettiği için severim.

Bir de herkesin bilmediği ve günyüzüne çıkarmadığı ve içindeki sanat dozu aşırı olan çok iyi fotoğrafları olduğu için severim.


Ek:

2006 yılında görüşlerine çok değer verdiğim ve fotoğraflarına bayıldığım Murat Eren'in "Ara Güler'i sevmiyorum" başlıklı yazısına şöyle bir yorum yapmıştım:

Ara Güler ilginç bir kişilik, beğenmesem de kendi içinde tutarlı bir duruşu var:

“Sanat dediğin palavradır yalandır. Müziği de öyle, resmi de. bir de çok büyük bir yalan var. O da sinema. Her şey yeniden kurulur, aslıymış gibi oynanır. Fotoğraf yalan konuşmadığı için sanat değildir. Sadece gerçekteki bir parçanın zaptedilmesi, tarihe mal edilmesidir. Bu nedenle belgesel fotoğraf sanattan da mühimdir. Sanat olsun olmasın ne olacak? Evvela belge olmalı. Ben işin palavrasında yokum.” demiş. (28.09.1997, Cumhuriyet)

“Kendimi çok seviyorum. Ben şımarık bir piçim. Neden beğenmediğim yönüm olsun kızım.” (Sabah, 13 Temmuz 1997, Rana Doğruer’in “En beğenmediğiniz yönünüz nedir?” sorusuna yanıt.




13 Ağustos 2010 Cuma

WATERFALL

Tayvan doğumlu Waterfall dergisi 2006 yılında ortaya çıktığında sadece internet üzerinde yayınlanan bir dergiydi. 2009 yılında basılı olarak da görünür oldu. Çünkü internet dergileri bir yere kadar güzel, ondan daha güzel olan fotoğrafların ve yazıların kağıda basılması.

Dergi yeni fotoğraf yaklaşımlarına açık, insan hayatının içinden gelen fotoğraflara ve fotoğraf yoluyla dünyayı, insanı keşfetmeye çalışan bir duruşa sahip.

http://gotothezoo.waterfallmagazine.com/

12 Ağustos 2010 Perşembe

Can Yücel şiirindeki fotoğraflarla 'buluşmak üzre'

Bugün 12 Ağustos, Can Baba'mızı kaybedeli 11 sene olmuş!

"Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek"


Can Yücel şiirlerinde görsel anlatım önemli, bir iki cümle ile hemen insanın zihninde tabakalar halinde fotoğraflar beliriyor.

"Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar"


Çekemediğim fotoğrafları düşündüm. Sene 1989, Suzan ile birlikte İstanbul, Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu önündeyiz, Bulutsuzluk Özlemi bir konser verecekti o gün, gençlik festivali gibi bir etkinlik vardı, işte o gün müydü ertesi gün müydü tam hatırlamıyorum, öylesine güzel bir yaz yağmuru yağdı ki, damlacıklar pırıl pırıl, adeta ağır çekimde gözlerimin önünden yavaşça geçerek, yorgun argın yere düşüyorlardı. O günleri unutmadım.

"Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni"


Sene 1990, bir gün öğle vakti, ama yaz değil, kış, karanlık bir havada okuldan çıktık. Çoğu arkadaş tedbirli, şemsiyeleri ile yürüyorlar. Ben ise her zaman olduğu gibi tedbirsizim, ıslanmaya başlamışken, dünya güzeli arkadaşım, şemsiyesini çıkardı ve koluma girerek beni sürüklemeye başladı. Kendimi birden Can Yücel'in şiirinde anlattığı ruh haline yakın buldum. O yağmurlu gün bitti, aradan tam 20 yıl geçti fakat o güzel arkadaşım halen yanımda. Hiç bırakmadık birbirimizi.

Öyleyse şiirin ve fotoğrafın yanımdayım ben de.

Çok yaşasın Can Yücel!

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Seslerden


Sesi dinle. Gözünü kapatıp uzağa bak.
Küçük noktalı sekizliklere.

Yakını duy. Hafızandaki sesleri silme tuşuna bas.

Mekan ol. Rüzgar sallasın seni de.
Huzursuz ayaklarını da.

Yok ol. Olma. Git burdan. Uzağa git.
Uzak neresidir kimse bilmez.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Soyut portre ve müze meselesi



Portre fotoğrafları müzesi olmalıydı.

Portre ustaları var, ışığı ince ince ayarlayıp stüdyoda ameliyat yapıyorlar.

Bir bakıyorsun, bütün engebeleri ve tepecikleriyle kocca bir yüz.

İnsan yüzü, büyük bir alan ve büyük bir mesafe.

Göz, kaş, dudak, burun, alın, çene üzerine yazılmış çok şiir ve deneme var.

Gergedan dergisinin ekiydi galiba, Yüz'ü konu edinmiş bir kitapçık hatırlıyorum.

Yüz: Sahra.

Yüz: İnşaat alanı.

Yüz: Aşk.

Yüz: Nefret.

Yüz: Renkli.

Yüz: Siyah beyaz.

Yüz: Hurufi.

Yüz: Bir dergi (The Face, 1990-2004, ruhuna bir fotoğraf).

'Güney Işıkları' saati




Kimi siyah beyaz fotoğrafın insana usulca dokunduğu bir saat vardır. Eylül Aslan'ın 'Güney Işıkları' adını verdiğim fotoğrafı da böyle bir saatte karşıma çıktı.

Güney Işıkları, Refik Halid'den bir alıntı yaparak söylersem "buğulana buğulana parlayan" bir fotoğraf. Grinin türlü tonlarıyla mücehhez olan Güney Işıkları'na baktığımda tıpkı büyülü kuzey ışıkları gibi gökyüzünün değişik bir ruh haline büründüğünü görüyorum ve bu ışıkla yıkanan adaya gitmek istiyorum.

Aslında Güney Işıkları'nda görülenlerin başka bir boyutta -paralel bir dünyada- olduğunu düşünmeden de edemiyorum (fazla Philip Pullman okumanın yan etkileri belki). Fotoğraf işte bu yüzden gerçek değil. Güney Işıkları da başka bir gezegende bulunan bir adanın fotoğrafı gibi duruyor ve şimdi burada hava öyle sıcak ve nemli ki o adaya gitmek istiyorum.

'Gitmek' bu fotoğrafın ilk aklıma gelen anahtar sözcüklerinden biri. Tarih boyunca yapılan ve günümüzde bütün hızıyla devam eden kötülükleri düşündükçe, paraya ve güce tapan, hiç olmayacak şeylere inanan insanları tanıdıkça ben de Güney Işıkları'na sığınmak istiyorum.

Güney Işıkları, baktıkça iyileştiren bir ilaç. Üstelik kalbe de zihne da çok faydalı. Denizin üzerindeki yansımaları, adanın her an batacakmış gibi duruşunu çok seviyorum.

Bu fotoğrafta hiç insan yok gibi görünüyor. Bu hakikat değil oysa, insan görünmüyor ama var.

Biliyorum fotoğrafın arkasında insan var, adada yaşayanlar var, insan bu fotoğrafın her yerinde var. Biz insanlar tam aradayız, arkamızda dev bir kütle, milyarlarca insan var, şehirlerin kasvetli havası var, önümüzde de bir ada, biz de tam aradayız, aslında Turgut Uyar'ın işaret ettiği gibiyiz: 'Bütün mümkünlerin kıyısında' demleniyoruz.

Güney Işıkları çini mürekkebine benziyor aynı zamanda -fotoğraflar böyledir işte, düşündükçe çoğalır- kağıdın üzerinde tatlı bir iz bırakır gibi, kafamın içinde kendince yol alıyor.

Güney Işıkları'na gitmek istiyorum.


________________________________________________
© Eylül Aslan, Fotoğrafçının izniyle.
google27928836a124597b.html