20 Aralık 2008 Cumartesi

En güzel fotoğraf kitaplığı


İstanbul'daki en güzel fotoğraf kitaplığı Geniş Açı Proje Ofisi'nin (Geniş Açı dergisinin doğduğu mekân) içinde bulunan kitaplık bana kalırsa.

Zamanın yoğunlaştığı mekânlardan biri. Burada kitaplar arasında öyle çok şey öğrendim ki, kuruculara binlerce binlerce kez teşekkür etsem azdır. Minnettarım.

Bu kitaplıktaki en sevdiğim kitap ise diğerlerinin yanında ufarak boyu ile hemen kaybolan, içindeki az ama öz sayıda fotoğraf barındıran enfes bir kitap, ne zaman gitsem bu kitaba bakmadan duramam.

Kitabın adı "Tomatoes on the Back Porch". Fotoğrafçı ise Susan Paulsen. Kitabın içindeki fotoğrafların hemen hepsi şu adreste bulunuyor. (Fakat asla kitaptaki gibi görünmüyorlar.)

http://www.candacedwan.com/jelly/data/photograph/image/Maximum_Width=1000,Maximum_Height=322/6911.jpg
Bedford
(hand in mirror)
© Susan Paulsen , 2001

17 Aralık 2008 Çarşamba


Evet artik yazmiyorum günlüklere, ne zaman ne de isler bahane..
Yazicak bir seyim yok ya da yazamayacak çok sey var, o tarz bir ikilem.
Kisa bir ara diyelim.

16 Aralık 2008 Salı

Yukarıya bak



Atlas dergisini çok severim. Derginin hoş bir sloganı var: "Keşfetmek için bak!" Bazen bu sloganı "keşfetmek için yukarıya bak" şeklinde kullanıyorum. Bilmem bu yazıyı okuyanlar nereye bakıyorlar, ben çoğu zaman düz bir doğrultuda bakarak yürüyorum. Yukarıya pek bakmadığımı günün birinde keşfettiğimde bozuldum biraz. Sabah erken kalkıp gökyüzüne, yolda yürürken binaların tepesine, açık kalmış penceresinden rüzgarın alıp götürmek istediği çiçekli perdelere bakmak güzel olabilir. Daha önce görmediğiniz bir şeyi görüp şaşırabilirsiniz de, belli olmaz. Hayatın katmanları hep aşağıda değil.

15 Aralık 2008 Pazartesi

"İnsanlara sevgi lazım. İnsanlar birbirini sevsin. Fotoğraf işte bu işe yarar."



İnsanlara sevgi lazım. İnsanlar birbirini sevsin. Fotoğraf işte bu işe yarar.
(Ara Güler)

Fotoğraf ne işe yarar, diye arada sırada düşünüyorum. Ara Güler, güzel bir tarifte bulunmuş. Benim içimi sevgiyle dolduran fotoğraf konularından biri de kahveli, çaylı fotoğraflar. Dumanı tüten bir kahve veya çay bardağının fotoğrafı mesela içimi ısıtır. Bazen flickr'da çok hoş çay/kahve fotoğrafları oluyor, dayanamayıp bilgisayarımın masaüstü resmi olarak kullanıyorum.

Üzerinde kuş ve bitki motifleri olan bir kahve kupam var, bundan 10-15 sene önce almıştım, kendisi yarı saydamdır, güçlü bir güneş ışığı düşünce üzerine çok hoş görünür, epeyce fotoğrafını çektim, kırılana kadar da çekerim sanıyorum, bunca yıldır bu kupada kahve içmekten de bıkmadım.

Üzerindeki kuş figürüne de bakar dururum yıllardır, nedir kuşun cinsini bilemedim ama bu önemli değil elbette, sabahları serçeler evin çevresinde ötüşüp dururken bu kupadan kahve içmek gibisi yok hani. Bu kupayı aldığım mağaza artık yok, İstanbul'da İstiklal caddesine girişte Fransız konsolosluğuna bitişik bir mağazaydı. Geçmişe yeniden gidebilsem bir de bu kupadan bir kaç tane alırım.

(Alıntı: Vatan gazetesi, 14 Ocak 2007, sayfa 7)

13 Aralık 2008 Cumartesi

Çalışma odası ve kişisel takıntı haritası



Şairlerin, yazarların çalışma odalarını çok merak ederim. The Guardian gazetesinde her hafta bir yazarın çalışma odası fotoğrafı ve kısa bir yazı yayımlanır. Merakla okurum, fotoğrafa da uzun uzun bakarım. Bizim edebiyat dergilerinde hep yazarla/şairle birlikte çalışma odasının/masasının görüntülerı çıkar, yazarın/şairin olmadığı bir çalışma odası fotoğrafı nadirdir. Son yıllarda ülkemizde de bir ilgi başladı yazarın/şairin kitaplığına/çalışma masasına/odasına. Sadece gazetelerde dergilerde değil internet üzerinde de ilgi çekici bir şeyler var. Usta fotoğrafçıların evlerinin günlük hayatlarının fotoğraflarını da çok merak ederim. Örneğin Henri Cartier-Bresson'un evi, çalışma odası, koltuğu gibi konulardaki fotoğraflara takıntılıyımdır, çok severim, zaman zaman karşıma öyle ilginç fotoğraflar çıkıyor ki bazen şaşırıyorum ve çok seviniyorum.

Çalışma odasına dönersek, 30 yaşında gerçek anlamda bir çalışma odasına sahip olduğum için bu konuda dertliyimdir birazcık. Ivır zıvır bir yığın şeyle birlikte artık bu odaya sığamadığım için şaşkınım da. Yıllarca müstakil bir odanın hayalini kurmuştum. Küçük bir yer bile yeterliydi bana, bir masa, bir kitaplık ve bir sandalye çok mutlu olurdum sanıyordum. Şimdi üç duvarında kitaplık olan bir odam var yine de yetmiyor bana, tuhaf.

Çalışma odam dışında en rahat ettiğim yer ise İstiklal caddesinin kırılma noktasındaki Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde bulunan Sermet Çifter Kütüphanesiydi. Şimdi binanın üst katlarına taşındı ve araştırma kütüphanesi oldu, girmek zorlaştırıldı. Eskiden gider bir de kahve alırdım, otururdum masaya okumaya başlardım. Kişiye özel kütüphanelerden gelen bazı kitaplardaki satır aralarındaki çizgileri, sayfa kenarlarına alınan notları görür heyecanlanırdım mesela. Sonra kitap okurken kahve içmeyi yasakladılar. Kitabın üzerine dökülürse iyi olmazdı tabii. Aşırı dikkat ediyordum ve hiç bir kaza yaşamadım bu konuda, ancak yaşanmayacağını da garanti edemezdim tabii. Sonra kahvesiz okuma günleri başladı. O da uzun sürmedi. İstanbuldaki en güzel kütüphanelerden birinden böyle ayrıldım işte...

Kitap okunabilecek başka güzel yerler de yok değildi hani, kitaplı kahve bunlardan biriydi, ne oldu oraya bilmiyorum şimdi, geçen Pandora kitabevinin oradan şöyle bir baktım da tabelasını göremedim. Umarım kapanmamıştır. Leyle Cafe güzeldi. Oraya da epeydir uğramadım.

Anlaşılmıştır sanıyorum kitap veya dergi okurken, bir şeyler yazarken yemek içmek isteyenler ailesindenim. E kitabevlerinin hemen hepsinde kafe var artık diye düşündüysem de pişman olmam gecikmedi, çünkü rahatsız edici şarkılar çalınıyor böyle yerlerde, ben Şebnem Ferah şarkı söylerken ne bir satır/dize okuyabilirim ne de bir harf yazabilirim.

Çalışma odasında müzik dinleme konusuna gelince. O ayrı bir yazı konusu artık.

12 Aralık 2008 Cuma

Yığıntı



Pek çok şeyi üst üste yığıyorum. Fotoğraftaki benim masam değil, ama pek bir farkı da yok hani. Evdeki kitaplık da masa da buna benzer. Her bir şeyi kitapların üzerine yığıyorum, mesela bilgisayar dergilerinin verdiği dvd'leri koyacak kutular da doldu taştı, onların bir kısmı da kitapların üzerinde duruyor, çift sıra olan rafların da artık uzayacak yeri olmadığından onların da üzeri doldu. Oysa odanın 2 buçuk duvarı kitaplık. Senelerdir gazetelerden dergilerden kestiğim kupürler de birbiri üstüne yığıldı, konulara göre ayırıp dosyalamak gerekiyor onları ancak çocuklardan, başka oyalayıcı şeylerden hiç vakit kalmıyor nedense. Bu arada raflarda bulunan dergiler de kitapları sayıca geçti galiba. Bir ara düzenlerim diye düşünüyorum. Yıllık izne çıktığım zaman yaparım dedim aslında, fakat her defasında yıllık izinde başka şeyler yapıyorum :) En güzeli de düzenlemeye başlamışken karşıma daha önce farketmediğim bir kitap veya bir dergi çıkıyor bazen, her şeyi unutuyorum, başlıyorum kitabı/dergiyi okumaya. Bu işin sonu yok sanırım.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Haner Pamukçu veya fotoğrafın dışına yolculuk



Haner Pamukçu çığlık atmayan, ayağınıza çelme takmayan veya gözlerinize at gözlüğü taktırmayan fotoğraflar çekiyor. Ben de bağırmayan fotoğrafları çok severim. Mükemmel fotoğraflardan her zaman kaçtım, teknik ve estetik açıdan olağanüstü güzellikteki fotoğraflar benim için sıkıntı doğurmaktan başka bir duygu yaratmayan görsel travmalardan ibaret. Kötü fotoğrafları severim diye bir şey söylemiyorum aksine sevmem, köşe bucak kaçarım, sorun şu ki benim iyi fotoğraf dediğime bazıları kötü diyor, benim kötü deyip yüzümü çevirdiklerime bazıları güzel diyor. Tekniğin, tecrübenin, donanım üstünlüğünün bolca kullanıldığı güzel ama kötü fotoğrafların zihnimize neyi kazıdığını da düşünmeden edemem. Genelin, çoğunluğun neyi beğenip neyi beğenmediğini merak ederim ama sadece fikir sahibi olmak için, yoksa beni ilgilendirmiyorlar.

Benim iyi fotoğraf dediğim, benim için iyi fotoğraftır, kalbimi sökseniz de beynimi alsanız da bu böyledir, iyi fotoğraf gözlerinizden hayatınıza sızan fotoğraftır, içtiğiniz kahve gibidir, iyi fotoğraf saat gibidir kolunuzda, iyidir o, iyi hissedersiniz çünkü, acınız azalır o zaman.

Haner Pamukçu, moda dergilerinden fotoğraf sergilerine kadar, hemen her yerde karşımıza çıkan ve fotoğrafla uzaktan yakından ilgilenen herkese zorla dayatılan bir görsel şablondan/klişe görüntülerden kendini kurtarmış görünüyor. Gören gözlerim adına kendisinin fotoğrafın dışına doğru yaptığı yolculuğa tanık olduğum için kendimi iyi hissediyorum.

Fotoğrafın dışı ile düşündüğüm şey belki bu yazıyı okuyanların düşündüğü şey değil. Fotoğrafın dışı bizim kalbimizin, beynimizin hatıralarla dolu ormanı, denizi veya kitaplığıdır.

Beni ilk çarpan fotoğrafı olan Göcek ile anladıklarımı/hissettiklerimi anlatmak istiyorum:



Bu fotoğraftaki teknik ayrıntılar görür görmez anlaşıldığı için bu konuya girmeden sol taraftan filmin beyaza karıştığı noktayı görmenizi isterim. "Göcek" isimli fotoğrafa aylardır bakıyorumm ve farkettiğim şu ki görüntünün dışındaki bölümlere baktıkça kendi Göcek'imi görüyorum aslında. Bunun Göcek ile bir ilgisi de yok üstelik. Boğazın serin sularıyla bir ilgisi var. Zihnimdeki diğer fotoğğraflara doğru gittiğim için Şile'ye de uğruyor Maçka sırtlarındaki bir havuzun kıyısına da.

Göcek'in şiirle de ilgisi var, Edip Cansever'i hatırlatıyor bana, şairin bir otel odasından dağlara denizlere baktığını düşünüyorum, Edip Cansever'in şiirlerine koşuyorum hemen Göcek dizelerin arasında "Kirli Ağustos" gibi bakıyor.

"O da var olanın ağır ağır yokluğu
Şurda bir gündüz kımıldamakta
Dağılmanın beyaz organı: tuz birikintileri
Gibi bir gündüz
Kalın kabuklarını kaldırır doğa."

Göcek gözlerimi sağdan sola doğru savuruyor, İlhan Berk'in Turgut Uyar'ın şiirlerine sarılıyorum, çocuklarımı düşünüyorum, ne zaman öleceğimi, okuduğum kitapları bir daha okumak istiyorum, liseye bir daha gitmek, Teşvikiye cami avlusunda oturup gökyüzüne baktığım günlere gitmek, hatalarımı azaltmak, doğrularımı çoğaltmak istiyorum. Aslında ölmek istemiyorum.

Göcek'in yaşayan yüzünü öpmek, güzel yaşamak istiyorum. Bir kitabın kenarına yazılmış hoş mısralar gibi seneler seneler evvel gülmüş sevmiş birinden kalan aşk notları gibi gülümsemek istiyorum.

Göcek, ne fena şeysin sen, beni ağlatmak istiyorsun.

27 Kasım 2008 Perşembe

Fol



Fol ne şahane dergiydi. Elimdeki Fol'ları arada bir çıkarıp bakıyorum. Devasa boyutlarda bir dergi olduğu için öyle ha deyince açıp okumak kolay değil, hiç bir rafa sığmadığı için aynı boyda bir karton bir kutuda saklıyorum. Masada bakmak zordur bu dergiye, yere koyup öyle tadını çıkarmak gerekir. Yazılar fotoğraflar büyük çünkü. Hurufiler için biçilmiş kaftan yani. Fol töreni düzenliyorum ayda yılda bir, unutmamak için geçmişin harflerini. Güzel dergilerin yaşama sevinciyle bir ilgisi olmalı.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Konstantin'den Fatih'e



Osmanlı padişahlarından biri, büyük olasılıkla yedincisi bu şehrin (İstanbul) en ücra köşelerinde bile karşınıza çıkabilir. Aradan geçen yüzyıllar boyunca toplumsal hafızaya kazınıp kutsal bir kişiliğe dönüşmüş olan İkinci Mehmed günlük hayatında nasıl bir padişahtı acaba?

Tarih kitaplarına bakarak ilginç bilgiler edinebiliriz. Bazen tarihi şahsiyetlerin de bir zamanlar bizim gibi yaşamış yemek yemiş sevişmiş olabileceğini ilk kez adını hatırlamadığım bir tarih dergisinde İkinci Mehmed'in bir deftere karaladığı çizimleri gördüğüm zaman aklıma gelmişti -sonra ayrı basımı yapıldı bu çizimlerin-. Patates kızartması yerine o dönemin saray mutfağında yendiğini bildiğimiz ballı tavuk yemişti sanırım. Meyvelerden neyi sevdiğini bilmiyorum tarih kitapları böyle ayrntılara pek girmez, ancak incir yemiştir muhakkak. Keşke gençliğinde çizdiği karalamaların ötesine geçip resim yeteneğini geliştirmiş olsaydı. Onun torunlarından padişah olamayan son halife Abdülmecid Efendi'nin yaptığı gibi resimler mi yapardı? Bilmem ancak resimden başka mesela fethin bir günlüğünü tutsaydı şahane olurdu zannımca. Gerçi Nicolo Barbaro'nun tuttuğu günlük de hiç fena değildir, yine de Türkler tarafından yazılmış dönemin özgün metinlerini merak ediyor insan. Tabii yazmayı sevmeyen bir millet olduğumuz için bizzat o günlerden kalma yazılı metin pek yoktur. Olanlar da nedense hep sonradan yazılmıştır.

İkinci Mehmed'in ölümünün ardından yaşananlar, mumyalanması olayını da çok merak ederim, Murat Bardakçı'nın yazdığı şu satırlar da zihnimin bir köşesinde hep durur:

"Fatih, ebedi uykusunu bugün bir zamanlar İmparator Konstantin'in defnedildiği mekânda uyuyor. Konstantin'in kemiklerinin kaybolmasının üzerinden asırlar geçti ama Fatih'in mumyalı cesedinin bugün bilinen türbesinde mi, yoksa Abdülhamid'in paşalarının girdikleri dehlizin ucundaki tabutta mı bulunduğu konusu ise hâlâ bir muamma."

Bir gün şehrin merkezinden epeyce uzakta bir parkta oturup bunları düşündüm.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Yeme içme zamanı



Yemenin de içmenin de zamanı var. Çikolata zamanı daha kişiseldir, kahve zamanı kalbinizle konuşursunuz, şarap zamanı gözlerinizde kısa filmler gibidir, peynir zamanı sabahları hatırlatır belki de okul yıllarını, zeytin zamanı ağaçları düşünürüm, pizza zamanı çocuklar gibi şendir...

Tek başına yemenin içmenin güzel yanları da var elbette, fakat arkadaşlarla birlikte yapıldığı zaman başkadır. Tadı bile farklıdır, daha bir lezzetli olur birlikte içilen içkinin, yenen yemeğin.

13 Kasım 2008 Perşembe

Zaman: Mürekkep



Doğrusu tırnak içinde olacak, "Zaman: Mürekkep."

Bugün yayımlanan (13 Kasım 2008) Cumhuriyet Kitap'ın 3. sayfasında gördüm. Enis Batur'un yazısının bitiş cümlesi. Ben de o sırada ağacın saatini düşünüyordum.

9 Kasım 2008 Pazar

Uyku zamanı



Uyumayı sevmeyen var mıdır? Bilmem. Varsa da ben tanışmadım. Hem zaten gereklidir uyku, en azından sağlık için.

Nicedir uyuyan insanların olduğu fotoğrafları/resimleri biriktiyorum bir defterde. Radikal, Milliyet Sanat, Liberation, Le Monde, New York Times, International Herald Tribune, Vanity Fair gibi gazete ve dergilerden kesip yapıştırdığım (tarih ve yayın adını belirterek elbette) fotoğrafların/resimlerin olduğu bu defteri kurcalamak, yeni görsel malzemeler eklemek acayip hoşuma gidiyor. Bazı fotoğraflara dalıp dalip gidiyorum. Mümkün olsaydı rüyalarda gezmek isterdim diye bir not düşeyim hemen.

Aslına bakarsanız 'Uyuyan İnsan' fotoğraflarına ve resimlerine neden düşkün olduğumu tam açıklayamıyorum. Belki uyku hâlinin insanı olduğundan farklı göstermesidir bana çekici gelen. Masumiyet ile hiç ilgisi yok aklıma gelenin. İkinci bir kişi görüyorum ben bu imgelerde, gerçeğinden uzakta duran, başka bir âlemin varlığı gibi. Neyse, uyku ile ilgili kitapları da biriktiriyorum. Bazı kitapları da sadece kapağında uyuyan biri var diye alıyorum.

Ayrıca uyuyan insanlarla ilgili bir fotoğraf projesi de gelmişti aklıma, sonra birazcık araştırınca düşündüğüm tarz projelerin yapıldığını görüp vazgeçmiştim. (Zaten neyi düşünsem birileri yapmış oluyor, 150 yıl önce Paris'te doğmalıydım diyorum, o zaman da çekecek çok şey olurdu diyerek vazgeçiyorum hemen. Başkalarının çoktan, bazen 100 yıl önce, 50 yıl önce yaptığı, bitirdiği projeleri düşündükçe kafam bozuluyor elbette, ancak yapacak bir şey yok. İnsan bu, aklının sınırı yok.)

Sözü uzattık, yatağa dönelim. Yeni yıkanmış mis gibi kokan örtülerin serildiği bir yatakta uyumak gibisi yoktur demek istiyorum. Bir de dünyadan uzaklaşmanın en iyi yoludur uyku. Hatırladıkça insanı acıtan, gördükçe sinirleri bozan vakitleri, günleri, insanları daha epeyce bir toplam tutan buna benzer şeyleri unutmanın en iyi yolu uykudur sanıyorum.

Sıkıntılı, tortusu dahi üzücü olan gerçeğin ağır yükünden kaçmak için haddi aşan bir biçimde insanı insan olmaktan çıkaran uyku içinde bir çok aldatıcı olanağı barındırır. Kaçıp uyku imparatorluğuna iltica etmek rahatlatır insanı. Elbette ölüme kadar kaçabilirsiniz, orası ayrı.

İyi uykular.

6 Kasım 2008 Perşembe

Buluntu zaman



Binaların yüzündeki yansımaya bakıyorum. Bulutların geçtiği görülüyor. Bulutlara doğrudan bakmak yerine insanların yaptığı bir yapıdan gözyüzünü izliyorum. Dünyanın döndüğünü, zamanın akıp gittiğini daha iyi anlıyorum.

30 Ekim 2008 Perşembe

Kahve zamanı



Hazır kahveler çok pratik. Sıcak suyu hazırlamak yeterli. Bilindiği gibi Türk kahvesi tarzı kahveler öyle değil, biraz uğraşmak gerekiyor. Özellikle Türk kahvesi için başında durup ilgilenmeniz şart, yoksa taşıyor, ocak batıyor, temizlemek için didiniyorsunuz. Bir arkadaşım "Bazı şeyleri kendin yapmayacaksın" der. Oysa kısık ateşte kahveyi ağır ağır karıştırmak zamanın nasıl geçtiğini, ömrünüzün kalan kısmını ve geçen kısmını sorguladığınız bir törene dönüşebilir.

29 Ekim 2008 Çarşamba

Günün ilk ışıklarına



Sabahları erken kalkmak iyidir. Günün ilk ışıklarının aydınlattığı, maviliği solmuş siyahlara bürünmüş bu gezegenin ortalarında bir yerde bulunan, telaşlanmak üzere olan bir şehre daha yakından bakma şansını bulabilirsiniz.

İstanbul'un neresinde yaşıyor olursanız olun, günün ilk saatleri sokaklarda gezinmek, yolda bir aracın penceresinden akıp geçen ve tek tük ışıkları seçilen yapıları seyretmek biraz da şehrin kalbine daha yakın olmak demektir. Kuşlar daha bir sakıncasız gezer. Ağaçların kokularını alabilirsiniz, gökyüzündeki bulutları rahat rahat izleyebilirsiniz, insan zihninde neler neler taşıyor, şaşırmadan, düşünmeden edemezsiniz bu vakitlerde.

Peki ama bir günün başlangıcından heyecan duyanlar aslında kimlerdir? Sadece fotoğrafçılar mı, insanın insana ettiklerini yazmakla huzursuz olan şairler mi, ömrünün son demlerine yaklaşan bir yazar mı? Yoksa zamanın elleri arasından kayıp gittiğini hisseden, bunu kısa aralıklarla gören bir saat ustası mı?

Belki de bunlardan hiçbiri.

Sadece çocuğunun ağlamasına uyanıp onu korkusunu yatıştırmaya çalışan, kucağında bebeğiyle pencereden dışarıya bakıp zamanın uçuculuğunu tüm bedeninde hisseden bir annedir belki.

Belki bir kuşluk vakti yine elinde fotoğraf makinesi, istediği 16 görüntüyü bir kareye sığdırmaya çalışan gözlüklü birisiyle gözgöze gelmiştir. Belki bu genç kadının hiç okumadığı bir gazetenin adını penceresinde taşıyan servis aracının gözlüklü kahverengi ceketli kişiye yanaşıp, onu alıp götürmesini izliyordur sadece. Belki.

Gecenin kör karanlığına daha bir dolu vakit var.

Ancak belki de zaman az.

24 Ekim 2008 Cuma

Okuma zamanı



Yıllardır rafta duran okunacağı zamanı bekleyen kitaplarım var. Bir türlü okumanın kısmet olmadığı kitaplar. Bazen şunları okumadan öleceğim diyorum. Aslında haklıyım. Ne zaman okunacaklar rafından bir kitap alsam, diğerlerine gözüm takılıyor. Bu arada yeni kitaplar alınıyor elbette bir yandan, kısır döngüyü tamamlayan kitaplar. Geçen okumadığım bazı kitapların sarardığını gördüm. kimini 10 yıl önce almışım ve okuyamamışım. Utandım. Zamanı suçladım hemen. O kadar çabuk geçiyor ki günler, kitaplar birikiyor, çocuklar büyüyor.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Zamanda yürümek



Yürümek zamanın geçtiğini hızlı bir şekilde algılamak demektir biraz da. Hem yolun uzunluğu hem de çevrenin değişmesinin de ötesinde içimizdeki saatin akrebi, yelkovanı, saniyesi çalışır, vaktin o muazzam mürekkebi azar azar dökülür.

Nicedir yürürken Vangelis'in "Memories of Green" (Blade Runner filminin en sevdiğim parçası) eserindeki piyanonun o benim için önemli olan bütün hatıraları dile getiren melodisini duyarım, kulaklarımda piyanonun (piyano da tıpkı mekanik saatler gibi, fotoğraflar gibi insan uygarlığının bir tezahürü, insanlığın geldiği noktayı gösteren bir sınır taşı bence) sesi, iki nota arasındaki sessizliği...

5 Ekim 2008 Pazar

Paris Photo 2008


Her sene kasim ayinda gerçeklestirilen, dünyanin önemli fotograf fuar/festivallerinden olan
Paris Photo 2008 için geri sayim baslamisken daha önce bahsetmis oldugum sfr genç yetenek yarismasi sonuçlari da su siralar degerlendiriliyordur. "Sehrin
ışığı" temali yarismaya katildigim fotograflari görebilirsiniz, kendileri tam asagidadir.

Uzun zamandir paylasim sitelerine olan nefretim yüzünden elimi etegimi çekmistim ki bu Sfr denen gsm operatörünün (kendilerini zamaninda birakip baska bir markaya geçmistim) zoruyla tekrar o tarz biseye gark oldum. Ortam flickr'a göre daha nezih ve "tout public" olmadigindan çok da kötü olmadi. Saglam isler var baya..





24 Eylül 2008 Çarşamba

Oğlum ve babam



Saatime bakıyorum. Sonra gözlerimi fotoğrafa çeviriyorum. Fotoğraftaki çocuğu düşünmek için oturmamıştım masaya, oysa bu çocuk kötü taranmış bir fotoğrafın içinden her nasılsa bir yolunu bulup gözlerimden zihnime bakıyor. Masanın sol tarafında bugünkü gazeteler var. Dün yaşanan olaylardan söz eden gazeteler. Fotoğraftaki çocuk üzülüyor mu bilmiyorum, zamanın daraldığını anlıyorum. Çok az vakit kaldı. Geçen gün dayım öldü. Akşam üzeri 19:00 sıralarında toprakla buluştu. Geri döndük ve yemek yedik. Dayım dün bu saatlerde çayını içiyordu diye düşündüm. Fotoğraftaki çocuk beni anlıyormuş gibi baktı. Saatime yine baktım. Yazı bitti.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Çocukluktan parça parça zamanlar..


Zaman konusunun günlükte işlenmesi tesadüf mü bilmem ama üzerinde bayadır çalıştığım ve daha çok zaman alacağa benzeyen projemden bir kaç ip uçları...


Bir günlük seyrinde olan güncel fotoğraflar bunlar aslında. Bir yandan bugünle uğraşırken diğer yandan geçmişi kurcalamak zor iş.

Fakat her zaman ikisi bir yerlerde buluşuyor..



20 Ağustos 2008 Çarşamba

Ne içindeyim zamanın...





Bazı düşüncelerin zaman içinde nesnelere bile dönüşmesine hep şaşırmışımdır. Çoğu düşünce hedefe koşan sporcular gibidir ama çoğunlukla bir tanesi kazanır. Diğerleri de sıralamaya girer, sonra diğerleri de zaman içinde kazanabilir, bir gün birincinin hiç hatırlanmadığı bir zaman da gelir, unutulur, yeniden hatırlanır, sıralamada sonuncu olan fikir de bir gün gelir kazanabilir (ve kalıcı olabilir de) bilinmez. Tahmin edileceği üzere pek çok düşünce de zaman içinde eriyip gider, kaybolur.

500 yıl önce o zamana göre olağanüstü şeyler düşünen biri vardı. Düşündüğü şeylerin bir bölümünü defterlere çizdi durdu. Epeyce bir kısmı çizgi olarak kaldı, yaptıkları yinelendikçe adı büyüdü, fikirleri başka fikirleri doğurdu.

Seneler geçti aradan, o çizimlerin ve düşüncelerin benzerleri farklı biçimlerde ve farklı mantık düzenekleriyle de olsa hayata katıldılar.

Aslında bunların bir kısmını 2000 yıl önce birileri daha düşünmüştü, ama o zamanlar daha önemli başka başka şeylerin peşindeydi insanlar. Dünya tarihini düşününce ölüp giden insanlar gibi o kadar çok fikrin çürüyüp gittiğini veya dağıldığını, nasıl olup da biçim değiştirdiğini farketmemek mümkün değil.

Ama benim şimdi koyu ve şekersiz bir kahve içmem lazım. Yıllar içerisinde tadı kaçan şarap benzeri ölen fikirlere saygıyla kupamı kaldırıyorum...

Hayat biz olmasak da devam ediyor, fikirler dolaşıp duruyor.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Einstein ve zaman


Einstein zaman yoktur demiş.
Ben de diyorum ki birşeyin olmadığından bahsedebiliyorsak o şey vardır.
Sadece hiç bahsedilmeyen şeyler yoktur diye bir felsefe yürütüyorum.
İtırazı olan söylesin:
:)

27 Temmuz 2008 Pazar

Zaman meselesi - 9



Bazı şeyleri unutmuyor insan. Kokular ve tadlar bunlar arasında sayılabilir. Yakın arkadaşların sürekli ertelediği ve nihayetinde bir vakit yapılan buluşmalar da bunların arasına katılabilir mi? Başkalarını bilmem ben katıyorum. Gülümsemeler, konuşmalar, içilen kahveler, uzatılan çörekler, elden ele uzatılan dergiler, değerlendirmeler, fotoğraflar, fotoğraflar. Pencereden sızan ışık da unutulmaz. Bir de gölgeler. Ama ölümü unuttuk bile. Geç gelsin.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Zaman meselesi - 8



Fotoğraf çekmek bazen korkutuyor beni. Karanlıktan veya tehlikeden değil, geçen zamanın gördüklerime etkisiyle, zihnimde arşivlenen imgelerin sürekli çelişki içinde olmasından.

Narmanlı Han'a 1990'ların başında çok giderdik arkadaşlarla. Aradan yıllar geçti ve artık ve bu mekan çürümüş, bakımsız bir yer haline geldi. Çoğu zaman içeriye girmek bile imkansız.

Yazları çardağın altında, Deniz'in dükkanından yayılan, plakların çıtırtılı müzikleri beynimizi hafiften gıdıklardı. Bedri Rahmi'nin yaptığı balık mozayiğine bakardım. İçeriye giren turistler önce kedileri görür, sonra Deniz'in dükkanından taşan müziği duyar ve çarpılırlardı. Onlarca kedi burada bu vahada yaşıyordu, oraya buraya serilip uyur veya oynaşırlardı. Bense Ahmet Hamdi Tanpınar'ın yürüdüğü yerlerde gezerdim.

O renkli düşten geriye negatif bir kalıntı kalmış şimdi. Fotoğrafın kusuru da bu. Sadece hüzün sızdırıyor.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Zaman meselesi - 7



Ne zaman
suya baksam,
suyun zamanı
zamanın suyu
yuttuğunu düşünürüm.

24.10.2007, istanbul

13 Temmuz 2008 Pazar

Siyah ve beyaz

Siena

Cok uzun zamandir pozitife geçmeyi bekleyen siyah beyaz filmlerimi geçenlerde bastirdim.
Fotograflari çekerkenki aldigim zevki izlerken de almam ve bu ikisi arasinda olan bekleme sürecinin damagimda kalan hos tadi, siyah beyaz - analog fotografin ne lezzetli bir sey oldugunu tekrar bana animsatti. Bunu için kodak firmasina tesekkür ediyoruz ben ve sevgili AE-1'im :)

Dijital mi analog mu tartismasi beni çok kasar. Arasinda bir fark varsa da yoksa da bunun hiç bir önemi yoktur. Verdikleri tatlar baskadir.


Paris


Su var ki; çekilen fotografin hemen görülemiyor olmasi isin sihirini ve yaraticiligini arttiriyor.
Bir bestecinin içindeki müzigi kocaman sayfalara güzel mürekkepli kalemiyle aktarmasi gibi. Kendi üretecegini kendi içinde duyup hiç bir çalgiya ihtiyaci olmayacagi gibi bir fotografçiyi da ayni benzetmeye tabi tutabiliriz.

Dedigim gibi bu olay sonuçta bir sey degistirmez. Farkli bir tat ve degisik bir bakis açisi ile yola cikariz. Saglam paralar da harcariz, o ayri konu :)



Siena

29 Haziran 2008 Pazar

Zaman meselesi - 6




Zaman saatleri yorarmış. İnsanları daha çabuk yoruyor ama. Fotoğraflara bakınca o zamanın kokusunu alıyormuşuz gibi geliyor bana. Ancak ortada sadece bir görüntü var. Düz bir satıh üzerinde sevdiğimiz insan, güneşin aydınlattığı, ağaçların gölgediği, ölümün hep tepede gezindiği imgeler. Çarklar döndükçe aşınıyor. Fotoğrafları zamandan çalmak mümkün sadece, onu kısa bir süreliğine yapabiliyoruz. Sonra biz de fotoğraf olup uçuyoruz.

9 Haziran 2008 Pazartesi

5 Haziran 2008 Perşembe

Zaman meselesi - 5



Hiroşi Sugimoto 1980-2003 yılları arasında deniz manzaraları çekmiş. Başka fotoğrafları da var aynı teknikle çektiği ama benim asıl beğendiğim fotoğraflar sadece su ve havadan oluşan görüntülerin bulunduğu bu deniz manzaraları.

Eski ve ağır bir makineyle uzun zaman harcanarak elde edilen görüntüler bunlar. Zamanın ağır ağır soluk almasını izliyoruz bu fotoğraflarda. Su ve hava birbirine karışıyor bir süre sonra fotoğrafın kimi bölgelerinde su ile hava karışmış... Geniş bir yüzeyin örtüsünü yerinden oynatan havanın zamana karıştığını görüyoruz. Zamanın havaya ve giderek suya karışıp kaybolduğunu görüyoruz. Suyun karanlığını araladığnı ve havaya bir şeyler anlattığını görüyoruz. Zamanın yeryüzündeki her şeyi bulanıklaştırdığını da biliyoruz böylece. Balıkları düşünüyorum, toprağı ve diğer canlıları. Ama zaten hepsi orada. Hepsini hissediyoruz.

(Foto Getty Images > AFP/Getty Images, http://www.daylife.com/topic/Hiroshi_Sugimoto/photos/all/1)

1 Haziran 2008 Pazar

Nuri Bilge Ceylan

       white fence, 1884


Nuri Bilge Ceylan'dan çok bahsedilen su günlerde fgünlük de kendisinden bahsetmeden geçemeyecek. Bu yazidan sonra, eger okumadiysaniz degerli Murat Eren'in moleschino'daki su yazisini da lütfen okuyunuz. Meren Bey aramiza katilana kadar linklerle idare edelim artik..

Eski fotograflarini izlemekten çok zevk aldigim, yeni fotograflarinin da normalde sevmeyecegim klasik bir tarzda olmasina ragmen ince bir çizgiyle güzel tadlar vermesi nedeniyle çok sevdigim bir fotografçi-sinemacidir kendisi.

Üç sene önce Uzak filminin gösterimi sonrasi olan sohbetimizde herseyden önce fotografçi oldugundan ve fotografin onun için çok özel oldugundan bahsetti. Türk sinemasinda nadir görülen, sanatsal kaygilari olan ve filmlerinin yapimciligini yapabiliyor olan bir yönetmen olmasina karsin sinemanin ekip isi zorluklarindan ve bu zorluklarin kagit üzerindeki fikrin 35mmlik filme geçene kadar neler kaybettigini anlatti. 

Fotograf ile olan bu iliskiyi de "Fotograf çektiginiz zaman makinanizla yalnizsiniz, kimseye ihtiyaciniz yok" diye de özetlemisti.

Fotografin bu öznelligine ve yalnizligina ben de hastayim. Hatta otoportrelere olan düskünlügümde bu yüzdendir. Orada makinaniz bile yoktur, tamamen kendi kendinize kalirsiniz... 


                                   Self portrait as a branch of a tree  

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Zaman meselesi - 4


Cok klasik bir söylem olan fotografin zamani durdurma eylemine ben pek katilmam.
Bence zamani filan durdurmaz fotograf. 'O ani' filan da belgelemez.

Makinanin perdesi saniyenin bilmem kaçi hizda davranip neredeyse zamani durduruyormus gibi görünse de o anki zamandan degil fotografçinin geçmis zaman hali olan -mis halinden bahsedilebiliriz deklansore basildiginda.

O anin hiçbir önemi yoktur. O zamani durdurmanin da film izlerken 'pause' a basmaktan ya da bilgisayardaki 'screen shot' özelligini kullanmaktan bir farki yoktur. Asil mesele o an bir film cekmektir. Ve is her ne kadar dogaclama olursa olsun, mutlaka sevgili beynimizin -mis halinde mutlaka bir senaryosu vardir.Dursa dursa odur duran zaman.

Bir de Duran Duran diye bir grup vardir ama tabii ki hiç bir alakasi yoktur konumuzla. Zaten neden bazi kelimeler iki kez kullanilir anlamam. (baden baden, caretta caretta gibi)

27 Mayıs 2008 Salı

Zaman meselesi - 3

(c)bizans


1. "Fotoğrafla ölüm arasında bir bağ var mıdır?

“Elbette vardır. Evlat, öldüğün zaman hatıraların kalır, eeee onu nasıl anlatacaksın geride kalanlara, tabii fotoğraflarla..."

(Ara Güler, Röportaj: Serdar Ağır, Cumhuriyet Hafta Sonu, 12.04.2008)

2. "Özkök fotoğraf çekince zamanın heykeli ortaya çıkıyor. O fotoğrafçı bir şair, şairken fotoğrafçı. Geçip gideni yakalayıp resme yapıştırıyor."

(Claude Simon, Lütfi Özkök için, Cumhuriyet Kitap, 09.02.2001)

30 Nisan 2008 Çarşamba

Zaman meselesi - 2


Su siralar fotograf cekmiyor olmamin su siralar fotografla da ilgilenemiyor anlamina gelmedigini tahmin edeceginizden bu konuyu es geçip geçen yil cektigim bir fotografi cektigim gunden sonra bilgisayarin bir dosyasinda unutup bu aksam tekrar kesfetmemle yasadigim zevki sizinle paylasmak istiyorum.

Zaman hayati yansitir,
akrep beni yelkovan düsünmeyi gösterir.

Kisa bir süre sonra bu ikisi üst üste gelecektir.
O zaman ne anlami olur, bilemem..



(je pense = (ben) düsünüyorum)

(Zaman meselesi - 1'e de suradan ulasabiliriz.)

28 Nisan 2008 Pazartesi

Mekanik fotoğraf köpeği havlamak istiyor



İnsan gözü ile fotoğraf makinesinin gözü bir değil, ama bazen daha duyarlı olduğunu düşünüyorum objektiflerin ve yanılıyorum elbette. Ben başka bir şeye odaklanmışken fotoğraf makinesi benden ayrılıp bambaşka konulara yöneliyor.

Mutsuz muyum bundan peki? Hayır. Aksine hoşuma gidiyor. Şimdi neyi gösterecek bana diye düşünüyorum. Aydınlıkta çoğu zaman benim dediğim oluyor, ama yarı karanlıkta, loş ışıklı odalarda, gölgeli yerlerde ve karanlık yollarda fotoğraf makinem havlıyor ve ne isterse o oluyor.

Köpekler siyah beyaz görürmüş. Benim mekanik bir köpeğim, renkli film taktığımda dünyayı renkli görüyor ama. Asgari müşterekte buluşmaya çalışıyoruz. Kardeş payı görüntüler.

Köpeğim renkli fotoğrafları sevmiyor pek, siyah beyaz filmleri takınca (ben Ilford severim ama o Kodak seviyor, tuhaf) pek memnun, bana da sürprizler düzenliyor, kendi hayatından fotoğraflar gösteriyor, dünya zaten acayip bir yer, fotoğraflara bakınca daha bir deli görünüyor.

29 Mart 2008 Cumartesi

Fotoğraflarla düşünmek


Sevdiğimiz fotoğrafların gözlerimiz yoluyla zihnimizde bıraktığı izleri takip edersek, nereye varırız acaba? Geleceğe değil elbette geçmişe doğru bir yön çiziliyor. Görüntüler herkesin zihnindeki kişisel bir imge ile etkileşime giriyor. Bu yüzden bazı fotoğraflar insanın canını yakıyor. Bu yüzden gülümsüyoruz.

20 Mart 2008 Perşembe

Yazar ariyoruz!


Fotograf günlügümüze yazarlar ariyoruz. Evet!

Illa profesyonel fotografci olmaniz gerekmedigi gibi, çok kötü fotograflar ceken biri olmaniz da gerekmiyor. Bu yaziyi okuyan ve bu ortami bizimle paylasabilecek çok insan var, bundan eminim.

Asil is, onlari ikna etmekte.
Bekliyoruz.

16 Mart 2008 Pazar

Pazar muhabbetleri


2 mart pazar günü penceremden bir görünüm.
"pencerem"den.

google27928836a124597b.html