24 Aralık 2009 Perşembe

Leyla'nın saati



Leyla saçlarını kestirmiş. Bir fotoğrafını çekeyim dedim, fakat bir türlü istediğim fotoğraf olmadı. Hiç de şaşırmadım aslında. Bunun sadece benim beceriksizliğim olduğunu da düşünmüyorum. İnsan, aşkın fotoğrafını çekebilir mi? Aşık fotoğrafçı ancak güzelliğin, çirkinliğin veya arada kalan diğer her türlü şeyin fotoğrafını çekebilir de bir türlü istediği o gönülçelen fotoğrafı neden çekemez acaba? Bu hiçbir saatin neden zamanı yakalayamadığını, neden bütün saatlerin sadece acıklı bir şekilde zamanın ancak tozunu anlamaya çalışan nesneler olduklarını açıklayabilir belki.

Hakikat şu: Leyla’yı ne zaman görsem daha önce gördüğüm bütün fotoğrafların kof ve yavan olduğunu biliyorum, anlıyorum. Leyla olmayınca fotoğrafına bakıp avunma planlarım hep suya düşüyor bu yüzden. Yine de bir umutla fotoğraf çekmekten vazgeçemiyorum. Benim fotoğraflarım da zamanın tozunu anlamaya çalışan görüntüler zaten, beyhude bir çaba, ancak akıl sağlığım için de çok gerekli.

Soruyorum: Olağanüstü bir zaman var mıdır acaba? Olağanüstü bir fotoğraf var mıdır peki? Bazı fotoğraflar gözlerime yanıltıcı bir şekilde kusursuz ve ışıltılı görünüyor, bir açıklama getiremiyorum. Leyla da kusursuz olabilir mi? Elbette onun da kusurları vardır, ne de olsa insan. En büyük kusuru ise geçmişe aşırı bir şekilde inanıyor olması bence. Ben geçmişe böylesine saplantılı bir şekilde inanan insanların yanında huzursuz olurum aslında, Leyla hariç. Oysa bir başkası da bana bakarak aynı yargıda bulunabilir. Ayrıca Leyla’nın geçmişte yaptığı hataların bir benzerleri veya daha ağırlarını ben de yaptım. Bunları yazarak utanmak istemem şimdi, benim sorunum çok zaten, ama kimin sorunu yok ki? Leyla da bazı şeylerden şikâyet ediyor, ben ne yapayım?

Leyla’nın hakikatli bir fotoğrafını çekemeyince, oturup saatimi seyrettim. Benim de takıntılarımdan biri bu, saatin kadranına gözlerimi dikip uzun uzun bakıyorum. Ne görüyorum? Bilenler çoktur, Philip Halsman’ın güzel bir fotoğrafı var, önce Audrey Hepburn’un sırtını görüyorum bu fotoğrafta, sonra fotoğrafçıya güzel yüzünü dönmüş olan Hepburn’ün yakıcı yüzünü görüyorum. Saniye ibresi geçmişin bütün bulanık zamanını silerek köpürüyor ve ben Leyla’yı görüyorum, yeniden seviniyorum. Leyla başını hafif eğmiş kitaplıkta bir kitap arıyor, saçları da artık iyice kısaldığı için pürüzsüz ensesini görüyorum, sonra sırtını seyrediyorum, onu öpmek istiyorum, sonra bütün güzel fotoğrafları, dergilerin soğuk sayfalarını öpmek istiyorum. Leyla’ya dokunmak mümkün değil şimdi, ciddi olmalıyız. Zamanın tozunu seyrediyorum.

Bir başka fotoğrafa geçiyorum dakikalar sonra, Chance dergisinin ilk sayısının kapağındaki atın fotoğrafına bakıyorum. Sahici bir at değil bu, öyleyse neden böyle garip bakıyor? Yelkovanın da hareket ettiğini görüyorum, öylesine yavaş ama görülmeyecek kadar yavaş değil. “Aşk fotojenik değildir” diye hüküm veriyor saatim, gözlerimi fazla açık tutmaktan mıdır bilmem bulanık görmeye başlıyorum, mecburen gözlerimi kapatıyorum bir an, her iki gözümden birer damla kenarda birikmiş, akmaya hazır duruyormuş meğer, uzatmadan siliyorum.

Ya Leyla’yı bilmeseydim? Fotoğrafı bir yana bırakıyorum, saatimi de çıkarıyorum, Leyla kalbimde ateş suretinde, ömrüm oldukça yanacak şimdi.

5 Kasım 2009 Perşembe

Dergi saati



Sevilen bir derginin saatinin durması, daha doğrusu durmuş olması ne acı. Geniş Açı Fotoğraf Sanatı dergisi 2006 yılının Kasım ayında piyasaya çıkan 50. sayısıyla yayın hayatına son vermişti. Virgül dergisi de kapandı ve son sayısı şimdi bayilerde, bu güzelim derginin de saati durdu. Bu dergilerin kapanmalarının pek çok nedeni var, mali sorunlardan, dağıtım ağını kontrol edenlerin zalimce davranmasından tutun da ilgisizliğe, medyanın sessizlik duvarına çarpmalarından reklamverenlerin acımasız tutumlarına kadar hemen hemen pek çok etkinin payı var. Var ama en büyük pay bence ilgisizlik ile okurun payı. Geniş Açı gibi ve şimdi hatırlamadığım pek çok derginin kaderi ilgisizlik oldu.

Bir de kapanmasına hayret ettiğim dergiler var, Defter gibi bir dergi mesela nasıl kapatılır? Defter'i çıkaranlar 15 yıllık dergiyi tarihe gömdüler, oysa sürdürülebilir bir dergiydi ve eşine az rastlanır bir havası vardı.

Roll dergisi de tarihin karanlık sularına gömülünce kendimce küçük bir liste yaptım:

Sevdiğim dergiler:

- Biz (Mars Group)
- Gergedan
- Fol
- Aries
- 2'debir
- Düşler Öyküler
- Ludingirra
- Sombahar
- Şiir Atı

Bu arada Roll dergisinin de kapanması vesilesiyle 11 Kasım 2009 tarihli Zaman gazetesinin kültür sayfasında "Sinema ve tiyatroya verilen destek dergilerden esirgeniyor" başlıklı ve Yusuf Gündüz imzalı bir haber çıktı, haber şöyle:

Gündemin yoğunluğu arasında çoğumuz fark etmedik ama iki dergi yayın hayatına sessizce veda etti. Önce 12 yaşındaki kitap eleştiri dergisi Virgül, kasım-aralık sayısı ile serüvenini noktaladı. Önceki gün de müzik dünyasının özgün dergisi Roll'ün aynı sebeplerle kapandığı haberi geldi.

Anadolu'da sessiz sedasız kapanan pek çok derginin ardından Virgül ve Roll'ün de kepenk kapatması, dergilerin değişmeyen kaderini bir kez daha gündeme getirdi. Geçen yıl, edebiyat dergilerinin genel yayın yönetmenleri Yay-Sat'ın yaptığı zamdan sonra dağıtım masraflarını karşılayamayacaklarını ve kapanma korkusu yaşadıklarını açıklamışlardı. Abone gelirleriyle yaşamaya çalışan dergilerin yöneticileri, bıçağın kemiğe dayandığını ifade ediyor. Dergi yöneticileri, sinema ve tiyatroya sağlanan desteğin edebiyat, sanat ve kültür dergilerine de verilmesi gerektiğini savunuyor.

Roll'ün 13 yıllık Serüveni son buldu

3 yıllık müzik dergisi Roll de ekonomik kriz yüzünden kapandı. Ağustos ayından beri kapandı kapanıyor derken yayın hayatına son veren Roll'ün 144'üncü sayısında 'Benimle Oynar mısın?' başlığıyla The Beatles kapağa taşındı. Roll ekibi, veda yazısında derginin son sayısını 'sonsuzdan bir önceki sayı' diye nitelendirdi.

'Bakanlık, dergilere yeterince destek olmuyor'

BEŞİR AYVAZOĞLU: "Virgül'ün kapanmasına üzüldüm. Bütün ciddi edebiyat ve kültür dergilerini aynı akıbetin beklediğini söyleyebilirim. Bugünkü dergi tirajlarıyla masraflarını karşılamak mümkün değil. Kültür ve Turizm Bakanlığı fikir ve kültür hayatının nefes alıp verdiği edebiyat dergilerine yeterince destek olmuyor. Türkiye'de binlerce kütüphane var; bu kütüphaneler için rüşdünü ispat etmiş dergilere abone olunsa, bu dergiler hiç değilse ayakta durmayı başarırlar. İyi bir derginin kapanması, kültür hayatımızda bir damarın tıkandığı anlamına gelir. Bu, aslında bir çeşit örtülü sansürdür. Okuyucular da dergilerine sahip çıkmalıdırlar."

'Dergilerimiz genç yaşta ölüyor'

ALİ URAL: "Dergiler de ölümlüdür. Fakat genç ölümü zordur. Merdiven Sanat, Kitaphaber ve Merdivenşiir'de bu acıyı yaşadım. Üç dergi çıkarıp batırmış biri olarak dördüncü bir derginin hazırlığı içindeyim: Karabatak. Ne zaman çıkacağı, ne zaman batacağı belli değil. Kütüphanelere yeterince dergi almadığı için bakanlığı suçlamak hiç aklıma gelmedi. 'Okuma'yı hayatının merkezinden çıkarmış bir toplumun bütün kütüphaneleri dergiyle dolsa ne olur. Asıl olan yayının niteliğidir. Nitelikli yayınlar nitelikli okurlar ister. Okullarımız nitelikli öğrenci yetiştirebilirse nitelikli dergiler ve kitaplar okurunu bulacaktır."

'Bu gidişle bütün dergilerin sonu Virgül gibi olacak'

Enver Ercan (Varlık Yayın Yönetmeni): "Kültür Bakanlığı bazı dergilerden satın alıyor, ama çözüm değil bu. Dağıtım firmaları, kâr zarar hesabına göre tavır alıyor. Dergilerin durumu giderek zorlaşacak; çünkü internet ortamına kayıyor. Dergiler okuruyla ayakta durmak zorunda. Kültür sanat okuru dediğimiz kesim yeterli değil. Dergiler ilan ve desteklerle yayımlanıyor. Kötümser bir bakış olacak; ama hepsi aynı sonuçla karşılaşacaklar bence. Dergi geleneğinin büyük yayın dağıtım kuruluşlarının, belli başlı dergilerin dağıtımında kolaylık sağlamaları lazım. Bu dergilere Devlet Tiyatroları'nın, Kültür Bakanlığı'nın prestij kitaplarının ilanları verilebilir."

'Kültür alanında arz talebi aşıyor'

Bünyamin Güneş (Virgül Dergisi Koordinatörü): "Ekonomik koşulların zorlamasıyla yayın hayatına son vermek zorunda kaldık. Ekonomik koşulları ağırlaştıran sebeplerden biri, Virgül'ün iki yıldır gazete bayilerinde dağıtılamayışıdır. Bir dergiyi okurları ve reklamverenleri ayakta tutar. Virgül'ün okuru azalmadı, zamanla artmadı da. Reklamlar ise son iki yılda büyük oranda düşmüştü. Kültür Bakanlığı'ndan destek almıyorduk. Böyle bir destek için talepte de bulunmadık. Ya destekle, sponsorlukla yaşamak ya da piyasa koşullarına bir şekilde uyum sağlamak gibi iki seçenek var. Kültür alanında arz, talebi kat kat aşıyor..."

(devam edecek)

27 Ağustos 2009 Perşembe

Dorian Gray'in saati



"But the world will never weary of watching that troubled soul in its progress from darkness to darkness." Oscar Wilde


Her fotoğrafta olasılıklardan sadece bir tanesinin görüntüsü yinelenmiştir. Gördüğümüz fotoğraf zamanın içinde hiç değişmeden duruyor. Fotoğrafta olanlar 'şimdi' yok veya görüntüdeki gibi değiller artık. Ancak fotoğraf bana şaşkınlık verici bir şekilde yine de hep aynı zamanın içinde hep aynı havayı soluduğunu söylüyor. 'Dün'ün fotoğrafı böyle görünüyor, 'bugün' ise çok farklı bir fotoğraf gibi duruyor diye yorumlamak mümkün.

Bir saate benziyor aslında bu fotoğraftaki kadın, kendi zamanını yaşıyor, sebatla kendi zamanını gösteriyor, gün ortasını belki gün batımını her ne ise güneşin taze ışığıyla aydınlattığı artık eskiye dönük bir bakışı olan o vaktin canlı bir insanını gösteriyor. Öyleyse ona Dorian Gray demek istiyorum.

Bir pencereden bakıyor gibiyiz, kımıltısız bir dünyayı görüyoruz, bu sessizik ve durgunlukta dokunaklı bir şeyler var. Bir yandan da gülümsememek elde değil, henüz yaşadığımıza sevindiğimizden değil, zamanla güzelliğin de değiştiğini gördüğümüz için seviniyoruz, geride kalmak iyi bir şey değil, hep ilerlemek önemli çünkü diye kafamıza kakılmış fikirlerin de etkisindeyiz.

Fotoğrafçının yerinde olsaydık 'o zaman' ne düşünürdük acaba?

Her fotoğraf başka bir zamanın şarkısını söyler. Bergamot kokusu geliyor bir yerden, dün veya bugün ve belki yarın ne olmuş, ne oluyor, ne olacak diye düşünmenin bir anlamı var mıdır?

Nesneler bakışın niyetiyle yüklü ve üzerlerindeki izlerle konuşur.


Değer verdiğimiz fotoğraflar sadece suyun yüzeyinde çıkabilenler, daha derinlerde çekilemeyen zamanların fotoğraflarından mürekkep bir hatıralar denizi var. Yüzeyde çok genç görünen bir fotoğrafa baktığımızda daha derinde yaşlı bir fotoğrafın durduğunu farketmek zor.

Hayatımızın içinde olduğu fotoğrafların kısmen aydınlattığı karanlık suları düşünelim, denizin de bir belleği var mıdır, vardır ancak fotoğrafa hiç benzemez diyelim, hepsini hatırlamak olanaksız elbette fakat neler gördü bu sular?

Beni yakalayan, düşündüren veya gıdıklayan bir fotoğraf gördüğümde onun fotoğrafını bir de ben çekmek isterim. Bir yandan en eski fotoğraf neyin fotoğrafıdır acaba diye aklımdan çeşitli fotoğraflara bakarım. Hatırladığım en eski fotoğraf bir sofranın fotoğrafı. Tarih 1823 olabilir, 1973 de olabilir, olsun, ben sadece paralel zamanların hüküm sürdüğü fotoğraflara ve evrenlere dikkat çekmek isterim.

Şimdi o sofranın fotoğrafını çeken fotoğrafçının nasıl olup da bana benzediğini düşünüyorum.

19 Temmuz 2009 Pazar

yerdeki bulut


Dün yine düşündük uzun uzun; hayatın anlamı meselesini. Öyle bişey yok tabii ki.
Nedensizce gelip gidildiği, Veysel'in iki kapılı han dediği bu mekanda amaç filan yok hali hazırda.

Önce hayat ne onu sormak lazım.
Herşeyi anlamlandırmaya çalışma ve anlamlandırılmışları anlama ile geçen bir süreden bahsediyoruz hayat diyince. Bitince tamamen bitecek olan, aynı doğumdan önceki karanlık gibi, varlığın hafızayla beraber sonsuzluğa gömüleceği bir sonla sonlanacak bir süreç.

Bütün bu anlamlandırma hevesi asıl herşeyin anlamı. Asıl aradığın şeyin, bu arayış olması. Arayış olan şey aranan şeyse, ortada başka aranacak bulunacak bir şey yoktur. Amaç da yoktur. Cevap da yoktur.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Ayrılık saati



Kenarda büyümüştü. Yaban bir çevrede incelikler görmeden yaşadığı için, bilgisi görgüsü çok zayıftı. Hayatı, bol grenli fotoğraflar gibiydi. O da pek aldırmadı zaten, 'dünya böyle' diye düşünüyordu. Böyleyken yine de bir kere düşünmeye başladı mı gerisi geliyor, bir türlü aklının iplerini tutamıyordu. Henüz bilmiyordu fakat içini aşındıran duygular kabuğunu kırıyor, gözlerinin arkasındaki yeraltında geleceği filizleniyordu, çevresindeki düşünüş biçiminden, inançlardan uzaklaşıyordu. Kalbindeki görünmeyen su, yolunu bulmuştu bir kere akmaya başlayıverdi.

Koca şehrin kenarında, ama şehri görmeden yaşayıp ölecekken bir gün bir şey oldu; ilk kez şehrin eski merkez noktalarından birine yolculuk etti. Sonra orada bir okula yazdırıldığını öğrendi. Kendini iyi bir öğrenci diye bildiği için daha ilk senesinde çakılınca şaşırdı. İkinci yıl da aynı şey oldu. Çok bozulmuştu. Gözleri açıldı, başka bir dünya vardı karşısında ve bu insanlar onun emeklediği çağda ilerlemişti. Ona yol gösterecek kimse yoktu. Kendi kendine karar verip yeni baştan öğrenmeye başladı.

Evvelâ kekre olduğunu anladı. Daha önce bildiklerinin çoğunun yanlış olduğunu da azıcık muhakeme yapınca öğrendi. Kendini anlamaya başladı sonra. Boş bir kaba benzetti zihnin. Raflarına, odalarına, uzayıp giden labirentlere kitapları, dergileri yığmaya gönüllü oldu.

Arkasından bir fotoğraf makinesi edinip yeni dünyasını kaydetmeye, kendi arşivini oluşturmaya başladı. Bir hevese kapıldı, önce taklit etti, beğendiği kitapları oturup defterine yazmaya, beğendiği fotoğrafların benzeri çekmeye yöneldi. Benzerini hiç kimsenin çekemeyeceği fotoğraflara, yazamayacağı şiirlere, öykülere, romanlar yazmak istedi. Olmadı, 'kendim yazamam' deyip bıraktı bu uğraşı. Eskisinden uzak biri oldu böylece.

Bir zaman sonra fazla gelmeye başladı bu kadar bilgi. Bunca pencerenin, tarihin biriktirdiği bunca tuğlanın kendisinde bir karşılığı olmadığını anladı. Yeni öğrendiği ne varsa unutmak için başka şeyler düşünmeyi istedi. Bıraktı kendini günlük hayatın çamuruna. Öyleyken kendini bir tuhaf hissediyordu, birini bekliyor gibiydi, elini tutacak bir roman kahramanı, şiirlerde sözü edilen ruhlardan biri, aklını sarsacak bir düş, ölümü erteleyecek bir zamanın habercisi.

Dünya ona kalıbından büyük sözlerini yutturdu birer birer. Bir şey olmadı elbette. O da bunaldı beklemekten, kendi kutsal kitaplarını ayırdı bir kenara, ne de olsa hepsinin bir hatırası vardı, yakasını düzeltti, adımlarını düzenledi.

Geri dönüp yeniden öğrenci oldu. Yeniden doğduğunu, hayatını bir bıçak gibi ortasından kesip gerisin geriye atan ve ona gülümseyen yüze baktığı vakit anladı. Mülksüzler'i okuyordu o sıralar. Odo kurgu bir insan değildi sanki, işte kendisiyle konuşuyordu. Eski bir yapıda bulduğu ve kimselere söylemeyip sakladığı, güzelliğine vurulduğu için de atmaya kıyamadığı bir saati vardı. Bozuk zannettiği için üzüldüğü bu saatin sadece kurulması gerektiğini öğrenince de çok şaşırdı. Odo her şeyi biliyordu.

Bulutlar toplandı nefret ettiği güneş yoktu artık, hafif hafif yağan bereketli bir yağmur vardı hayatında. Başı dönüyor, karnında ağrılar peydahlanıyor, tıpkı kopyalamaya çalıştığı ve çok beğendiği fotoğraflardan, şiirlerden, romanlardan birinden bir diğerine savruluyor gibiydi. Neden beklediğini anladığı için de çok mutluydu.

İçindeki ateş sönmüş, yerini güzel fotoğrafların, zihni uçuran sözlerin olduğu, içindeki hurufatın taşıdığı yükün ağırlığını biliyor gibi baktığı, hoş kapaklı kitaplara, dergilere bırakmıştı. Ömrünce hiç tatmadığı yemeklerden haz alıyor, yüksek bir yere çıkıp oradan şehre bakmak, denizin bir kenarında durup gözlerini kapatmak, şehrin eski sahiplerinin bıraktığı bir duvara yüzünü yaslayıp ağlamak gibi huylar ediniyordu, kırlangıçları seviyor, o zamanlar evine her gün başka bir sokaktan gitmeyi marifet biliyordu. Hangi fotoğrafa baksa mutlaka sevecek bir şey buluyor, kiminle konuşsa kendini sevdiriyor, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyordu.

Oysa ayrılık, saatini kurmuştu bir kere.

23 Haziran 2009 Salı

Geç kalmış bir aşkın saati



Geldim. Bunca yükle geç kalmış bir düşüncenin ellerimizdeki sıcaklığa dönüşmesini bekledim, olmadı. Geldim, fakat zincirlerle, görünmeyen bağlarla, küçük büyük ağrılarla geldim. Akşam olmuş yine, tesadüflerin beni ince ince kıydığı bu fotoğrafta, kanımda adının dolaştığını düşünerek dolandım neresi olduğunu bilmediğim bir semtte bulunan senin sokağında. Uzanıp üst rafından ince bir kitap indirdiğin kitaplığına de uğradım. Sırtına baktım da, geç kalmışım, bunca saat ve bunca kitap benden önce toplanmış, münzevi bir yazarın sığınağı gibi odan, derlenip katlanmış bir hayatın var, bensiz yaşıyorsun, ben de artık saçma bir şekilde yanımda sen olmadan ölüyorum. Kaşlarımı çatıyorum, geç kalmışım.

İşte bu raddeye geldim, yine de senden başka kimsenin beni böyle zayıf ve aptal görmesini istemiyorum, hoş ne değişecek öyle olursa? Hiç. Yine de "Nedir bu hâlin?" diye soracak olursanız inkar ederim yazdıklarımı. Şimdilik sadece saatleri görmek istiyorum, kaybettiğim 'keşke'lerin içine saklandığı ve hepsi de yanlış bir zamanı gösteren bütün saatlerimi onarmak istiyorum, bilmediğim için onaramıyorum da, sonra buna da üzülüyorum. Arabanın biri kafatasımı parçaladığında gözlerimi açtığım hastaneye geri dönmek istiyorum. O vakit seçme şansım olsa yine de hayata dönmek ister miydim sahiden? Bilmiyorum, rüya görüyorum, onca minik parçayı bir araya getiren beyaz gömlekli kadınlarla, adamlarla, ilaç kokuları arasında halvet olup düşünüp duruyorum, bilmiyorum, bilmiyorum, başımda bir ağrı, hem bu saatten sonra yapacak bir şey de yok zaten, bir dergi alıp yüzümü gizliyorum. Zaman, diyorum ki nedir? Sen zaman mısın? Geçip gidiyorsun hayatımdan.

Yanına geldim (elbette başka bir şey için). Hem seninle konuşmak öyle güzel ki, kalbimi simgeleyen, benim için önemli bir nesneyi dışarıda bir yerde yağmur yağarken çıkartıp önüne koymak isterdim. Eski zamanlardan bir hatıra gibi, bir yerlerinde paslanmış, heyecanla ayağa kalkmak isteyen küçük anıların olduğu akreple yelkovanın sıcaktan eridiği, artık lüzumsuz bir tarih kitabına dönüşmüş Zerdüşt’ün saatine benziyor kalbim. Geç kalmışım. Bunu yineleyip duruyorum, çünkü bunu söylerken, her defasında bir fotoğrafa takılmış zihnimde şimşek çakıyor ve sen raftan bir kitap daha indiriyorsun, sabahın kör bir saatinde, herkes uyurken derin kitaplar okuyorsun, ben de o vakitlerde ağlamaya uyanıyorum. Geç kalmışım. Bunu söylemek hiç de hoş değil biliyorum. Zararın neresinden dönsem diye bakıyorum, fakat bir bıçak her defasında içimde dönüp duruyor. Öylesine zor ki, kahroluyorum mütemadiyen ve farkına varmadan yaşasaymışım keşke diyorum. Tek parmakla piyano çalarmış gibi yapıyorum, hayali bir kitaplığa dönerek ve belirli bir sırayla seni düşünerek, kafamda kırık parçacıklar, yırtılmış fotoğraflardan mürekkep bir saat tatlı tatlı tıkırdayarak akıp gidiyor. Damla damla dökülüyor cümle notalar, harfler. Hepsi bana geç kaldığımı duyuruyor. Daha çok yazmak ile yazdıklarımı çöpe atmak arasındayım.

Niye geç kalmışım ki ben?

4 Haziran 2009 Perşembe

Mind's Eye sergisi


'The Center for Fine Art Photography', Fort Collins'de bir galeri. Geçen aylarda yaptiklari bir yarisma sonucu seçtikleri karma fotograflari su an sergilemekteler. 'Anılarım' serisinden seçilen bir fotografim da su an sergide. Serginin küratörü Christopher Rauschenberg.

26 Mayıs 2009 Salı

çöpten adam


Bir varmis __ yokmus. Nasil oluyorsa o.
Bir var __ yok. Var olan bir, cümlenin tam surasinda yok oluyor.
Bakin, yok. Bir var, __ yok.

Acimayin, atin çöpe. Kötü fotograflari atin.
Biten siseleri, ne bileyim, artik yemekleri filan, atin.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Gecenin saati



Ünlü ve bence tekinsiz bir fotoğrafçı olan Nan Goldin bir yerde şöyle demiş: "My life is my work." Bir sanatçı için sade ve son derece anlaşılabilir bir hayat görüşü: "Hayatım işimdir." Goldin fotoğraf makinesini vücudunun bir parçası gibi görüyor, kendisinin ve arkadaşlarının özel hayatını belgesel ciddiyeti ve şahsi alaycılığı ile görüntüleyerek bunu üçüncü şahıslara açıyor.

Gecenin saatini kurcalarken bunları düşündüm. Bilindiği gibi çoğu insan (onlar, gündüzcüler) gündüzleri çalışıyor, yürüyor, açlıkları korkunç, yemek yemedikleri zaman yemek yemeyi düşünüyorlar, boş boş oturuyor veya deliler gibi çabalıyor, yakıyorlar, yıkıyorlar, inançları uğruna yok ediyorlar, acı çektiriyor, acı çekiyorlar, suyu, havayı ve toprağı kirletiyor, cızırtılı gürültüler eşliğinde tepiniyorlar, kusuyor, uyuşturuculardan medet umuyor, hükmediyor, acı çektiriyor, acı çekiyorlar, zalimce davranıyor, zülme uğruyor ve geceleri horul horul uyuyorlar. Geceleri türlü işler yapan gündüzcüler de var, onlar ne yapıyorlarsa ardından uyumayı düşünüyor ve uyuyorlar.

Peki ama neden bazı insanlar geceleri yaşıyor? Neden bazı insanlar daha güneş doğmadan uyanıyor ve ağır kitapları açarak gündüzcüler için anlaşılmaz olan cümlelerin ışığına pervane oluyorlar?

Özellikle bazı müstesna insanların bir tarihte yaşadıkları ruhsal veya fiziksel kazaların görünür veya görünmez dikişlerinin ağrısını duydukları için geceleri uyumadıkları yolunda bir teorim var. Aslında geçmişte olmuş bitmiş minik bir ağrının ölüme giderken dahi insana huzur vermemesi çok garip değil midir?

Bu bahsi fazla alengirli kelimeler kullanmadan biraz daha açarak ilerlersek, gecenin saatinde bulunan mekanizma zihni farklı mi çalıştırıyor acaba? Yatağın ucunda bir defter bir de yazanı üzmeyen bir kalem bulunduranlar kimlerdir? Kendi gecesini gündüzcülere açan Nan Goldin gibi fotoğrafçılar neyi amaçlamaktadır?

Gecenin saati bölük pörçük hatıraların fotoğrafını anlatıyor. Akrebin ağırkanlı duruşu, yelkovanın acele ederken hep geç kalmasına neden olurken saniye kolunun hep zamanı bitirmeye çalışması insanın gecesini katlanılmaz yapıyor olmalı. Bu noktada bir soru işaretine gitmek isterim: Gecesini paylaşan insan artık uyuma zamanı gelip çattığında daha mı rahat uyumaktadır?

Hayatının bir gece vaktini gündüz yaşayanlara gösterenler yaydıkları elektriğin uykusuzluğu daha da artırmakta olduğunu bilmezler mi? Rüya defterlerinden sayfaları mektup yaparak dünyaya aktaranlar, gerçeğin kolunu biraz daha bükerek hayatı katlanılır kılıyor olduklarını mı düşünmekteler?

Güzel bir kalemim var. Gecenin saatini bir yere simsiyah mürekkebiyle not ediyorum. Gecenin perdesini araladığımız vakit tamircilerin vaktidir aslında. Nan Goldin nasıl hayatını dağıtıp yeniden tamir etmek isterken bunu yapamıyorsa, yapmak istemediği için olabilir. Usta bir tamirci olmak kusursuz olanı garantilemiyor. Aksine kusurun güzelliğini gecenin saatinde gördüğünü iyi bilmektedir tamirci. O yüzdan saatin kalbinin tıkır tıkır işlediğini gördüğü vakit kendi kalbi daha hızlı atmaya başlar. Kusuru görmüştür. Kusur insanda ve ürettiği her nesnede mevcuttur, ne yazık ki hiçbir tamirci bu durumu düzeltemez gibi geliyor bana.

Gecenin saatini gözlerinde taşıyanlar bu dünyanın İflah olmaz bir arayışın tezahürü olduğunu bilerek bakıyor gibidir bize. Gecenin saatinden korkmanın faydası da zararı da yok artık diyorum, biliyorum ki mürekkep derinin içinde koşuyor. Nan Goldin olsaydım, bütün yarışları birinci bitirmenin olanaksızlığını gündüzcülere anlatmak isterdim.

Gizli ağrıları yazmak veya fotoğrafını çekmek çok zor, insan çetrefilli cümleler kurmak zorunda kalıyor, "gündüzcülerin eline düşmemek gerek" diye düşünülüyor olmalı. Yazıdan uzaklaşırken sığındığımız fotoğraf elbette daha iyi anlatmıyor ağrıyı sızıyı fakat işaret ve teselli oluyor bence. Büyük ustaların eserlerine biraz da böyle bakmalıyım diye not düştüm defterime.

Neticede saate bakıp durmanın da birden fazla anlamı olabilir, gecenin bir vakti 3000 kilometre ötede bir kalbin sıkıntısını ve kederli sesini duymanın da.

17 Nisan 2009 Cuma

Nedamet saati



Saat 05:00. Erken kalkmak güzelmiş. Muhteşem bir sükunet var. Kahveyi suyu ayarlayıp cezveyi ocakta kısık ateşte bırakıp pencereden dışarı bakıyorum. Hep deniz kenarında veya dağlara bakan bir evde yaşamak isterdim. Ancak ne yazık ki Mimar Sinan taklidi bir caminin avlusuna bakıyorum sadece. Arkada TOKİ’nin diktiği dev blokların günden güne boy attığını görüyorum. Fakat her şeye rağmen gün ışımaya hazır, meyus bir hali var bu vaktin. Çocukların üzerini örtmeye gidiyorum.

Mutfağa döndüğümde kahveyi biraz daha karıştırıyorum. Neyi okusam diye düşünürken Roll dergisinde karar kılıyorum, kapakta Neil Young var (taze taze, Nisan 2009 sayısı). Aslında güncel müzikten uzak kaldım, uzun zamandır Meral Uğurlu ve piyanoya yoğunlaştım. Müzik dinlerken insan sesine tahammülüm de iyice azaldı. Sadece arada sırada Meral Hanım’ın kulaklarımdan zihnime karışan sesi teskin ediyor beni. Bazen Bob Dylan da fena olmuyor. Ama hepsi o kadar işte.

Piyano dediysem de öyle gürültülü şeyler değil, sessizliğin de müziğe dahil olduğu eserleri seviyorum: Memories Of Green, Snow On High Ground ve bu sıralar çok dinlediğim "It Was A Cold Day In February And We Walked Across The Lake" gibi eserler. Gün içinde çalışırken bilgisayardan piyano sesi gelmesi beni acayip mutlu ediyor.

İstediğim müzik de sevdiğim fotoğraflar gibi olmalı diyorum artık. Fazla net olursa tuhaf geliyor bana, sade olmalı fotoğraf, biraz huzur, biraz kederle dolu, pütürlü olmalı yüzeyi, hem kenarında gölgeler de olmalı bolca, hem de birazcık hayal vaat etmeli. Üzerinde haddinden fazla herhangi bir şeyi zinhar barındırmamalı.

Galiba bulanık fotoğrafları daha bir seviyorum böyle sabahlarda. Masaya geçerken rafta Geniş Açı’nın 3. Özel sayısının kapağına göz kırpıyorum, Özlem Şimşek’in fotoğrafı siyah beyaz gülüyor. İşte fotoğraf böyle bir şey olmalı, müzik nasıl kulaktan akıyorsa, fotoğraf da gözden içeriye ince ince akmalı. Nedamet duymamak mümkün değil, zaman da böyle akmıyor mu? Her bir şeye geç kalmışım, zamanında yanlış işler yapmışım da bir türlü düzeltememişim hissi içindeyim. Yalan da değil aslında. “Hayatta yaptığınız şeylerden hiç pişmanlık duymayın çocuklar” demişti 1992 yılında Beşiktaş’ta Yıldız Dershanesi’ndeki bir öğretmenimiz. Bu tarz insanlara o zamandan beri hep şaşırırım.

Bütün bunları bir kenara bırakıp, kahve içerek Crosby, Stills, Nash ve Young söyleşilerinden yapılmış derlemeyi okumaya başlıyorum. CSNY grubunu ve sonra Young’ı 90’ların başında çok dinlerdim, oysa şimdi evde ne plak kaldı ne de pikap. Ama hiç kaybolmamış o müziğin ruhu, kafamın içinde gezinip duruyor, unutmak da zor zaten.

Söyleşilerin bir kısmını daha evvel okumuştum, kaldığım yerden devam ediyorum.
18. sayfada “İnançlı bir insan mısınız?” diye bir soru görünce meraklanıyorum. Şöyle diyor Young:

“Bu konuda konuşmaktan hoşlanmıyorum. Çünkü başka insanların inançlarını yargılıyor durumuna düşmek istemiyorum. Ben doğaya inanıyorum. İlla bir sınıflandırma yapmak, bir ad koymak gerekirse, pagan olduğumu söyleyebilirim. Pagan kötü bir kelime olarak telakki ediliyor. (…) Hâlbuki kötü bir şey değil, aksine iyi bir şey. Güzel bir kelime. Tek tanrılı dinlere, organize dinlere inananlara saygı duyuyorum. Ama benim olayım değil. Benim inancımın doktrini yok, kitabı yok, kilisesi yok. Benim kilisem orman. Düşünmek istediğimde ormanda dolaşıyorum. “ Bunları okurken ezan da okunuyor. Baba adammış Neil Young.

2 Nisan 2009 Perşembe

Maurice Blanchot



İlk okuduğum Blanchot kitabı (sıkı kitaplar yayımlayan Metis Yayınları'nın bir mahsülü) Karanlık Thomas oldu, fotoğraftan hayatı boyunca uzak durmuş olan yazarın bu eşsiz kitabını o zamandan bu zamana ne vakit okusam kafamın içinde gri tonlarda bir yığın fotoğraf oluşup duruyor. Karanlık Thomas'yı Sosi Dolanoğlu dilimize çevirmiş, bu çevirinin kıymetini başlangıçta takdir edememiştim. Sonra bir gün kötü bir Blanchot çevirisiyle karşılaşınca utanarak harika bir çeviri olduğunu anladım, bazen çevirmenleri unuturuz sanki yazar bizim dilimizde yazmıştır, o kadar tanıdık ve yakındır, bu da evvelâ çevirmenin başarısıdır elbette, teşekkür etmeliyiz. Karanlık Thomas'ya tekrar gelirsek, bu incecik ama özgül ağırlığı yüksek olan kitap 1993 yılında basılmış, bense kitabı 95 veya 96 yılları arasında okuduğumu hatırlıyorum, fakat ilk kitabı kaybettiğim için ikincisini Pandora kitabevi'nden almışım, satış fişini arka kapağın içine hafifçe yapıştırdığım için bu bilgi sağlam: Buna göre 29.10.1999 tarihinde 17:09 sularında almışım bu kitabı.

Son olarak bir de Ölüm Hükmü'nden söz edeyim, Kabalcı Yayınları ürünü olan kitap çok hoş, güzel bir kağıda basılmış, yayınevleri böyle güzel kağıtlara kitap basmıyorlar pek, (Norgunk'un bütün kitapları güzel basılıyor ama onlar da istediğim şeyleri basmıyor orası ayrı ;) Neyse Arzu Dalgıç Aydın ve Berna Kılınçer çevirmiş dilimize özenli ve temiz bir Türkçe ile Blanchot okumak gibisi yoktur, bu da gönülçelen bir kitap ama ilk okuduğum Blanchot kitabına dönüp dönüp bakarım. Bu yüzden hep çıkaranların akıllarına sağlık dediğim kitap-lık dergisinin (Aralık 2008) 122. sayısının 66. sayfasına gelince "Karanlık Düş: Thomas" başlığını gördüğüm an nasıl sevindiğimi tahmin edersiniz. Hande Koçak'ın yazdığı bu enfes makaleyi yutarcasına okudum. Öylesine kalpten öylesine içten yazmış ki, gidip Karanlık Thomas kitabına sarıldım. Demek, dedim sadece benim zihnime kazınmamış Thomas.

Maurice Blanchot’un yazısı, dili bence köşeleri karanlık bir fotoğrafa benziyor, veya bir başka açıdan bakarsak, fotoğrafın kendisi köşeleri karanlık bir yazıya benziyor, hem kederli bir yüzü var hem de hayat dolu. Yukarıdaki fotoğrafın kendisine gelince başkaları nasıl değerlendirir bilmem, büyük bir olasılıkla dışarıdan bakan gözler için sıradan bir fotoğraf, ancak bir Blanchot okuru, bir Karanlık Thomas yakını benim gibilerin okuduğu, gördüğü gibi bakabilir. Kendi kendimle konuşursam ilk kez 3 yazarı, 2 fotoğrafçıyı ve 2 ayrı zamanı aynı fotoğraf üzerine sabitlediğimi düşünüyorum, tuhaf.

30 Mart 2009 Pazartesi

Ne dinliyoruz?


Blogumdaki yeni bir girdiyi buraya da koyuyorum. Bunun için daha çok kisiye ihtiyaç var da...


'Kendi çapimda küçük bir arastirma niteligi tasiyan, anket de diyebilecegimiz bir meseleyi su an bunu okuyan sevgili arkadaslara sunup sunu rica edecegim:

herkesten (özellikle çogunlukta olan fotograf gunlukleri okuyucularindan) su siralar (bir kaç hafta ya da bir aylik süreyi kapsayabilir) dinledigi 5 ayri sarki/parça ismi ve kime ait oldugunu belirten kücük bir listeyi yorum ya da e-posta olarak bana ulastirmalari. (anonim ya da gerçek isminizle olur hiç farketmez) Ama gerçekten ne dinlediginizi açikça yazmaniz önemli.

Bunu yapmamin sebebiyle ilgili daha sonra açiklama yapicam. Umarim bekledigim kadar katilimci bulabilirim. Katilanlara simdiden tesekkür ederim efenim. Katilmayip 'ufff' diyenlere de ne diyim canim...'

17 Mart 2009 Salı

Büyük saat



Gölgeli fotoğrafları hep sevdim, griler hele griler siyahtan uzaklaştıkça sanki bir hayatın bulanık ve acıklı bir özeti gibi siyah beyaz fotoğrafların yukarısında aşağısında elinizi tutmak istercesine bakar dururlar ela, mavi, yeşil, kahveli gözlere. Renkli fotoğraflarda ise griler azalınca kahvenin buruk tonlarına doğru bir genişleme olur. Gri de vardır ama renkli fotoğrafa sığmaz sanki. Gri renklerden kaçmak ister, mızmızlanıp kenarda durur. Peki ya morlar, National Georaphic sarıları? Borges'in karanlığı, Piyano siyahları, kırmızı urbalılar? Düşündüren yeşiller, gıdıklayan pembeler, huzurlu maviler? Tahmin edileceği üzere alesta bekler diğer bütün renghahenkler.

Gölgeleri arada bir düşünmeliyiz, bana kalırsa bütün fotoğraflarda hem huysuzdur gölgeler hem de teskin edici görünürler, Aşiyan mezarlığındaki ağaçları hatırlıyorum.

Fotoğrafın şiirle dans etmesini de seviyorum, fakat daha çok daha da çok olmak üzere zamanı öpmesine bayılıyorum.

Biraz daha dikkatli bakınca aslında zamanın fotoğrafı öptüğünü farkediyorum. Hallelujah!

9 Mart 2009 Pazartesi

Paris'te bir adam


Paris sokaklarinda yürürken denk geldigim bir sahne. Isin ilginç yani amcanin beni hiç görmemis olmasi. Bir süre öyle durduktan sonra bagirarak kosturmaya basladi.
Olur öyle seyler...

1 Mart 2009 Pazar

Kahve içen adam


1 mart olmus haberimiz yok. Odyssée sinemasinda kahve içerken...

20 Şubat 2009 Cuma

Geçen 67 yıl



Ali Aydınoğlu'nun saatleri tamir ettiği dükkanı İstanbul'da, Beyoğlu'nun arka sokaklarından birinde bulunan küçük ve çok sevimli bir mekân. Daha çok torunu Aydın Bey'le muhabbetim olsa da dükkâna ne zaman uğrasam Aydın Bey olmasa da bir kenarda oturur ve dükkandaki sesleri dinlerim. Camekân'ın arkasından Ali Bey'in saatleri tamir etmesini izlerim. Kapının önünden insanlar gelip geçer, gürültü patırtı olur, biri diğerine seslenir, köpekler kediler görünüp kaybolur bazen. Ali Bey pek konuşmaz, sokaktaki seslere görüntülere de hiç aldırmaz, elindeki minicik saatin sokaklarına bakar, devrilmiş bir enkazı ayağa kaldırır, bu arada zaman geçer, dükkânın içindeki irili ufaklı yüzlerce saatin arasında kendimi zamana bakıyormuş gibi hissederim. Bir gün çok acele eden biri paldır küldür girmişti içeriye, saatinin bir an önce tamir edilmesini istiyordu, Ali Bey de acele etmek istemeyince sinirlenen arkadaş geldiği gibi hışımla çıktı gitti. Ali Bey oralı olmayıp işine geri döndü. Yine de ben dayanamayıp bir şeyler söylemek istedim "Aceleci olmak iyi değil galiba" dedim. Sakin bir ses tonuyla "Sabır selamettir" dedi. Gülümsedim.

Aslında öyle uzun boylu durmam dükkânda, vakit gelince ben de giderim, Anabala Pasajı'ndaki Nurtap Hanım'a uğrarım mesela, çizgi romanlardan filan konuşurken aklımın bir köşesinde Ali Bey'in sessizce tamir ettiği saatlerin gölgeleri gezinir. Bazen tam karşıdaki kuyumcunun vitrinine bakarım, her zaman genç ya da yaşlı bir kadın vardır vitrine bakan, bazen biri elini boynunda gezdirir farkında olmadan, ben de farkında olmadan ellerime bakarım bazen... Saniyeler, dakikalar, saatler, günler, aylar ve yıllar pıtır pıtır dökülüyor ellerimizden.

Gerçekte bilmiyorum bir saatin içinde ne vardır?

Her şey göründüğü gibi midir?

Yoksa her saatin içinde bir ömür mü saklıdır?

80 yıl mı geçmiş sahiden Ali Bey?

Ali Bey yaşımı bilseydi belki bana sorardı bu soruyu: 38 yıl mı geçmiş?

7 Şubat 2009 Cumartesi

Kağıt kuşlar



Cemal Süreya'nın sadece "Hayat kısa/Kuşlar uçuyor" dizelerinden ibaret olan "Kısa" başlıklı şiiri, ezbere bildiğim yegane şiir şimdilik. Kağıt üzerindeki kuşlar da çok tuhaf geliyor bana, onların şiirini yazmak isterdim, şimdilik fotoğrafla yetiniyorum.

23 Ocak 2009 Cuma

Rain


Geçen, blogumda bahsettigim fotografçi sahisla olan bulusmamdaki bir ilginç nokta da; beni etkileyen önemli bir çalisma olan Rain adli serisine durup durup baktigim Erwin Olaf adli fotografci hakkinda bir detay ögrenmemdi.

Vincent'in (e artik ahbab olduk) yakin bir illüstratör arkadasi Olaf'in tüm islerini yapanmis megersem... Yani Erwin Amcam kisileri fotograflayip ona yolluyormus, o da istedigi dekorlari filan üç boyutlu sanal ortamda hazirliyormus.

Sonuç? Calisma tabii ki keyif verici ve her anlamda basarili. Ne sekilde yaparsa yapsin, önemli olan sonuç diyenler olur, aaa olmaz öyle sey "c'est la triche" diyenler de olur.

Ama yapmis bir kere olan olmus, begeniriz begenmeyiz. Eger gerçekten bir sey anlamiyorsa ve bosu bosuna bir yerlere geldiyse (ki öyleleri de çok) o onun ayibidir. Diger türlü, bir bildigi varsa, arkasinda mutlaka saglam bir vizyon yatiyorsa da kimseye aciklama yapmak zorunda degildir. Öyle diyelim. Ben kavram olarak yeni fotografcilik anlayisi ile ilgilensem de, teknik olarak asiri müdaheleyi sevmiyorum. Eger bunu hissettirmiyorsa zaten hiç sorun olmuyor. (Gursky hariç, onu daha sonra tartismaya acayim)

Grubumuzun vokalistinin bir kaç fotografini çekerken bazi (eglencelik) fotograflarda rain etkisi yasanmadi degil. (bu mutfagi 3 boyutta yapmak zor is, öyle bi pisti)


22 Ocak 2009 Perşembe

falan filan




Zaman, eski günler, Lüksemburg, molalar, falan filan...

21 Ocak 2009 Çarşamba

Zeitgeist



Çağımızın ruhu karanlık biraz. Umut etmek de zor. Yine de ışık var dünyada. Bu gözlerimizin daha da göreceği var anlamına gelmez mi? Çalışmaya, anlamaya, üretmeye ve paylaşmaya gayret etmeli insan. Enis Batur'un dediğini bir kenara yazıyorum, "yaşamayınca dinleniriz nasılsa".

17 Ocak 2009 Cumartesi

fotograf - hayat iliskisi

Fotograf; olmayan, varmis gibi gosterilen bir varliktir. Hayat da.
Fotograf; tumden kucucuk bir parcadir. Yine, hayat da.
Fotograf; bir cogunun anlamayip mal mal baktigi birseydir. ...
Bakip anlayanlara da gunun birinde birsey anlamadiklarini soyletebilen
sinsi, karmasik, kara delik kivaminda bir olgudur.

Icinde hep bir hikaye vardir. Hikaye olmazsa, duzgun bir
butunluk saglanamazsa birseye benzemeyip al asagi olmanin
ve kaybedilen zamanin disinda bir gercekligi olamaz.

Icindeki karakterler, yerler yoktur aslinda.
Amac varmis gibi gostermektir. Amacin bir uzantisiysa bunu
digerlerine de inandirmaya calismaktir.

Ikisi de biter. Yok olur bir gun.
Biri kagida biri hafizaya yazilir. Sonra da silinir.

Bir fark var sanirim. Ikisinde de surprizler olsa da
birine tamamen biz karar veririz. Bu digeri icinse o kadar basit degildir.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Geri gelmez hiçbir zaman



T.S. Eliot söylemiş:

Şimdiki zaman ve geçmiş zaman
Gelecek zamanda vardır belki de
Ve gelecek zamanda vardır geçmiş zaman
Bütün zaman her zaman varsa eğer
Geri gelmez hiçbir zaman.

şiirin özgün hâli şöyle:

"Time present and time past
Are both perhaps present in time future,
And time future contained in time past.
If all time is eternally present
All time is unredeemable."

T.S. Eliot'ın "Burnt Norton" şiirinden alıntı.

Tamamını okumak isteyenler için link.
google27928836a124597b.html