Başım ağrıyor. Pide ve limon niye bu kadar pahalı? İyi domates bulmak neden bu kadar zor? Bizans devrinden kalma Papazkarası üzümü neden bu kadar güzel? Bu fotoğrafa bakınca neden gözlerim yaşarıyor?
Sanki biraz evvel pencerenin önüne gelmiş gibiyim, aradan seneler geçmiş.
Akşam olmuş ama ben sabahın ilk kahvesini içiyor gibiyim. Sanki uyanmakta zorluk çekiyormuş gibi, yalnız yaşadığım çatı katındaki evin penceresinden bakıyormuş gibi.
İyi fotoğraflar soğana benzer, kalın etli bir katmanı vardır, fakat fotoğrafın özü o incecik zardadır, varlığını ilk bakışta görmek zordur. Zaman iyi bir fotoğrafın o incelikli zarıdır. Gördüğüm, anladığım her ayrıntı beni katman katman fotoğrafın özüne yaklaştırır.
Ben doğmadan bir yıl önce, pencereden biri bakmış, başka bir yerde, başka bir zamanda.
Biliyorum, Füruğ kuşlarla konuşabiliyordu. Zaten sadece şairler kuşlarla konuşabilir. Kuşların dilini ancak ağaçların nefesini duyanlar bilir. "Uçmayı hatırla" diye yazmış Necmettin Okyay, talik hatla havaya çizmiş harfleri, uçup gitmiş harfler, zaman zaman görünür olmuş ağlayanlara, kalbi ağrıyanlara, bir araba kazası olmuş sonra, kanatsız bir kuş özlemiş bir başka zamanı, düşünde uçtuğunu görmüş, hatırlamış.
Kuşlar fâni, uçmayı hatırla.
Ne olmuş da zaman öylesine çabuk geçmiş? Kirli Ağustos, sıcak temmuz, yağmurlu bir kitap, kahvenin en koyusu, çikolatanın en siyahı, kapkaranlık, sakin ve gizli odanın penceresinden bakan bir günah, uçmuş, gelmiş, unutmuş, gitmiş, hayaller, hatıralar.
Sonrasında tam bir şey söyleyecek oluyorum, "Geç kaldın." diyorlar.
Lakin bence günün sorusu şu: Bir fotoğraf aslında kaç yaşındadır?
Bir fotoğrafa baktığımda aklıma ilk düşen zamanın çok çabuk geçtiği.
Fotoğrafçısı belirsiz bir fotoğrafa bakıyorum ve merak ediyorum, kuş ölmüş mü? Sonra Fürüğ bir şiir okuyor yanımda.
Sorular çoğalıyor zamanla.
Dağ yıkılmış mı?
Zaman çok çabuk geçiyor.
Kulaklar bitmiş ama şarkılar hep söyleniyor muymuş?
"Niye hep çok önemli bir şey varmış gibi geliyor da bana, sonradan
hiçbir şey olmuyor? Neden kalbim ağrımaya başlıyor?"*
*Andrey Platonov,
Can, s.122