Işık
bir çeşit yağmur. Fotoğrafı doğuran şey ışık, fotoğrafın canı,
fotoğrafın gövdesi ışık. Ne zaman bir fotoğrafa baksam önce zamanı
görüyorum. Zamanın kendisi ışık olmuş ve fotoğrafa yayılmış. En karanlık fotoğrafta bile az veya çok güzel bir ışık var, ışığı yutan bir fotoğraf olmaz, ancak esim olabilir sadece. Dökülen ışığı arıyorum, beni rüyalara götüren ışığı, bana merakla bakan ışığı, bana şefkatle dokunan ışığı arıyorum.
Bazen günlerce, bazen haftalarca hiç fotoğraf çekmeden dolaştım. Çantamdaki fotoğraf makinesinin ve objektiflerin ağırlığıyla dolaştım. Her şeyin olduğu bir fotoğraf yok, daha doğrusu kusursuz
fotoğraf yok. Kuşkusuz bu güzel bir şey. Daha çok fotoğraf üzerine
düşünmeye ve daha çok fotoğrafı aramaya iten bir arayışa neden oluyor.
Fotoğraf üzerine düşünsem de fotoğraf çekerken düşünmüyorum, daha sonra düşünmek istiyorum.
Görmeye çalışıyorum, sonra biraz da makinenin görmesini istiyorum. Bir
leke görüyorum mesela. Fotoğrafın sağına veya soluna o lekeyi
bırakıyorum, sonra düğmeye basıyorum. Lekeden başka bir şey yok.
Fotoğrafta bir bardak kahve görünüyor, oysa ben o lekeyi görüyorum.
Porselen fincan üzerindeki o güzelim kahve lekesi benim için o fotoğrafı
diğer bütün fotoğraflardan ayıran bir şeydir.
Öte yandan fotoğraf bir arınma duygusu vermelidir diye düşünüyorum. Ben de bir şeye dikkat kesildiğimde, sadece onu duymak istediğimde, gözlerimle kulaklarımla burnumla gövdemle ona bakmak isterim. İçinde kelimelerin olduğu fotoğrafa bakan kişi de kendi gördüğü/okuduğu şeylere dikkat kesilsin, kalbi irili ufaklı dertleri bir kenara bıraksın isterim.
Öte yandan fotoğraf bir arınma duygusu vermelidir diye düşünüyorum. Ben de bir şeye dikkat kesildiğimde, sadece onu duymak istediğimde, gözlerimle kulaklarımla burnumla gövdemle ona bakmak isterim. İçinde kelimelerin olduğu fotoğrafa bakan kişi de kendi gördüğü/okuduğu şeylere dikkat kesilsin, kalbi irili ufaklı dertleri bir kenara bıraksın isterim.
Ayasofya'yı veya bir başka güzel mimari yapıyla karşı karşıya geldiğimde tek bir şeye bakıyorum, önce ışık, benim
görmemi sağlayan şey ışıktır. Dünyanın ışığı rüzgâr olur,
dokunur, ısıtır, aydınlatır, duyurur, heyecanlandırır, üzer, kahreder, ağlatır. Işık mekânı
doldurur, haşmetli olan, saltanatını sürdüren bir yapının büyüklüğü
değil, ışığın içeride ve dışarıda rahatça esmesi, gürlemesi,
fısıldamasıdır. Görünür kılan, anlaşılır kılan ve anlamsızlaştıran da ışıktır.
Her
ışığın gölgeye ihtiyacı var. Gölge olmayınca bir şey olmamış gibidir, mayasız ekmek, olgunlaşmamış üzümdür. Gölgenin olduğu yerde ise her şey deniz kıyısında, olması gerektiği gibi: Olasılıklar artar, görünümler değişip durur.
Gölge her ne kadar sadece ve sadece kendini düşünmek istese de ışık
kendisi dışında neredeyse her şeyi düşünür.
Yapay ışık ise, kimyasal
kokuları hatırlatır ve doğadaki karşılığı ile aslında bir ilgisi yoktur, ismi benzer
sadece, mış gibi yapar, biz de kanarız, bile isteye kendimizi uyuştururuz. Gecelerin aslında ışıksız olması gerekirdi, biz ışığı bekleyen canlılar olmalıydık, yapay ışık fazla gerçektir, fazla uzak.
Fotoğrafta
görülen gölgeleri sevmek gerekmez, onlar anlamlıdır sadece, içimizdeki iyilikle el ele gezen kötülüktür ama kötü değildir aslında, yolunu kaybetmiştir, gölgenin gövdesi aydınlık olan ışığın ve içimizdeki karanlığın bir parçası
olduğunu duyurur, yolunu bulursa yok olacaktır. Saf ışıkta fotoğraf yoktur.
Fotoğrafa dönüp baktığımızda aslında neye bakarız? Bakışın
olduğu her fotoğraf kendi sorularını biriktirir ve dünyada sorulardan başka bir şey yok.
Fotoğrafın en güzel yanı sükûnettir. Doğrudan, çekinmeden bakabilmek, olduğun gibi ışığın içinden geçmesine izin vermek iyidir.