Haner Pamukçu çığlık atmayan, ayağınıza çelme takmayan veya gözlerinize at gözlüğü taktırmayan fotoğraflar çekiyor. Ben de bağırmayan fotoğrafları çok severim. Mükemmel fotoğraflardan her zaman kaçtım, teknik ve estetik açıdan olağanüstü güzellikteki fotoğraflar benim için sıkıntı doğurmaktan başka bir duygu yaratmayan görsel travmalardan ibaret. Kötü fotoğrafları severim diye bir şey söylemiyorum aksine sevmem, köşe bucak kaçarım, sorun şu ki benim iyi fotoğraf dediğime bazıları kötü diyor, benim kötü deyip yüzümü çevirdiklerime bazıları güzel diyor. Tekniğin, tecrübenin, donanım üstünlüğünün bolca kullanıldığı güzel ama kötü fotoğrafların zihnimize neyi kazıdığını da düşünmeden edemem. Genelin, çoğunluğun neyi beğenip neyi beğenmediğini merak ederim ama sadece fikir sahibi olmak için, yoksa beni ilgilendirmiyorlar.
Benim iyi fotoğraf dediğim, benim için iyi fotoğraftır, kalbimi sökseniz de beynimi alsanız da bu böyledir, iyi fotoğraf gözlerinizden hayatınıza sızan fotoğraftır, içtiğiniz kahve gibidir, iyi fotoğraf saat gibidir kolunuzda, iyidir o, iyi hissedersiniz çünkü, acınız azalır o zaman.
Haner Pamukçu, moda dergilerinden fotoğraf sergilerine kadar, hemen her yerde karşımıza çıkan ve fotoğrafla uzaktan yakından ilgilenen herkese zorla dayatılan bir görsel şablondan/klişe görüntülerden kendini kurtarmış görünüyor. Gören gözlerim adına kendisinin
fotoğrafın dışına doğru yaptığı yolculuğa tanık olduğum için kendimi iyi hissediyorum.
Fotoğrafın dışı ile düşündüğüm şey belki bu yazıyı okuyanların düşündüğü şey değil. Fotoğrafın dışı bizim kalbimizin, beynimizin hatıralarla dolu ormanı, denizi veya kitaplığıdır.
Beni ilk çarpan fotoğrafı olan
Göcek ile anladıklarımı/hissettiklerimi anlatmak istiyorum:
Bu fotoğraftaki teknik ayrıntılar görür görmez anlaşıldığı için bu konuya girmeden sol taraftan filmin beyaza karıştığı noktayı görmenizi isterim. "Göcek" isimli fotoğrafa aylardır bakıyorumm ve farkettiğim şu ki görüntünün dışındaki bölümlere baktıkça kendi Göcek'imi görüyorum aslında. Bunun Göcek ile bir ilgisi de yok üstelik. Boğazın serin sularıyla bir ilgisi var. Zihnimdeki diğer fotoğğraflara doğru gittiğim için Şile'ye de uğruyor Maçka sırtlarındaki bir havuzun kıyısına da.
Göcek'in şiirle de ilgisi var, Edip Cansever'i hatırlatıyor bana, şairin bir otel odasından dağlara denizlere baktığını düşünüyorum, Edip Cansever'in şiirlerine koşuyorum hemen Göcek dizelerin arasında "
Kirli Ağustos" gibi bakıyor.
"O da var olanın ağır ağır yokluğu
Şurda bir gündüz kımıldamakta
Dağılmanın beyaz organı: tuz birikintileri
Gibi bir gündüz
Kalın kabuklarını kaldırır doğa."
Göcek gözlerimi sağdan sola doğru savuruyor, İlhan Berk'in Turgut Uyar'ın şiirlerine sarılıyorum, çocuklarımı düşünüyorum, ne zaman öleceğimi, okuduğum kitapları bir daha okumak istiyorum, liseye bir daha gitmek, Teşvikiye cami avlusunda oturup gökyüzüne baktığım günlere gitmek, hatalarımı azaltmak, doğrularımı çoğaltmak istiyorum. Aslında ölmek istemiyorum.
Göcek'in yaşayan yüzünü öpmek, güzel yaşamak istiyorum. Bir kitabın kenarına yazılmış hoş mısralar gibi seneler seneler evvel gülmüş sevmiş birinden kalan aşk notları gibi gülümsemek istiyorum.
Göcek, ne fena şeysin sen, beni ağlatmak istiyorsun.