İstanbul Modern'de kütüphanenin hemen yanındaki paralel salonlarda iki sergi var. Sergilerden biri gerçek, diğeri sahte. Sergilerden birindeki fotoğraflardaki insanlar nefes alıyor, diğer sergide insana benzeyen fakat insan olmayan nesneler var. Sergilerden biri içten bir çabanın ürünü, diğeri kurgulu burgulu. Sergilerden biri bugün yaşadığımız dünyadan yakın bir görünüm sunarken diğeri olmamış ve olmayacak tuhaf ve uzak görüntülerle dolu. Sergilerden biri insanın içinde çiçekler açtırırken diğerinde sıkıntı ve boşluk var. Sergilerden biri yoksul veya zengin insana dair keşiflere doğru merak duygusunu gıdıklarken diğerinde zayıf göndermelerle dolu kurumuş ve cılız fikirler var.Sergilerden birinde batıdan yola çıkıp doğuya varan ve gözleri kamaşan bir insan diğerinde batıya giderek oradan içselleştilemeyen, yabancı fikirleri alıp doğuya geri dönen bir insan var. Biri kırık dökük de olsa sahici, diğeri yapmacık, rüküş.
Nihayet sergilerden biri dilini bilmediğimiz halde karşılaştığımızda mutlaka paylaşabileceğimiz sıcak bir iklime çağırırken diğeri duvarlarla ve simgelerle örülü paylaşmayan, soğuk bir iklimden dem vuruyor.
Son Kodachrome Filmi ve kimyanın bozulması
Bilindiği üzere fotoğraf dünyasında başlangıçta analog yöntemler vardı. Analog yöntemler Louis Daguerre tarafından keşfedilen, gümüş levha üzerine fotoğraf çekme tekniğinin (Dageryotipi) bulunuşundan itibaren zaman içerisinde giderek daha mükemmel hale getirildi. Fakat insanın hıza duyduğu ahmakça ihtiyaç neticesinde (hız kötülüğün önde gelen temsilcisidir) doğmuş, renkli bir hayatı olmuş, acıya ve sevince tanıklık etmiş ve faili belli bir cinayete kurban gitmiş filmlerin en eskilerinden biri olan Kodachrome gibi bir ürün en güzel günlerini göremeden giden teknik bir yöntem olarak tarihe gömüldü. Oysa 1839'dan beri inatla devam eden fotografik yöntemler dahi bir şekilde inatçı insanlar sayesinde yaşıyor.
İstanbul Modern'deki Son Kodachrome Filmi (The Last Roll of Kodachrome) sergisi tuhaf duygular yaşattı bana. Bir yanıyla Son Kodachrome Filmi sergisi gördüğüm aksaklıklar, bütün o insana özgü ve merhamet uyandıran acemiliklere karşın yine de eşiği geçtikten sonra, yüzeyde kalan hayal kırıklığının ardından daha serin bir bakışa ihtiyaç duymasıyla fotoğrafların beni yeniden yakaladığını hissettim.
Önce serginin gözle görülen acemiliklerini saymak ardından güzelliklere geçmek istiyorum. Birincisi Son Kodachrome Filmi, bir zamanlar efsane olan ama günümüzde eski hükmü kalmayan, artık kötü fotoğraflar çeken bir fotoğrafçının son kurbanı olmuş.
Steve McCury bir zamanlar her şeyi tadında bırakan ve fotoğraflarında da bariz bir şekilde görülen belli bir ruhu aramış olan, araştıran, her fotoğrafıyla o ruha biraz daha yaklaşan ve Afgan Kızı fotoğrafıyla aradığına en yakın fotoğrafı bulan üstün niteliklere sahip bir fotoğrafçıydı. Bugün artık posası çıkmış bir şekilde, yorgun ve bitkin bir fotoğrafçı, bir vakitler yaklaştığı o ruhu aramayı da bırakmış, yeniden başlangıç noktasına dönmüş, yine araştırıyor fakat artık gözleri eski duyarlılığını yitirmiş ve sadece bildiklerini tekrar eden bir fotoğrafçıya dönüşmüş. Son Kodachrome fotoğrafları Steve McCury'nin kaybettiği ruhu bulmak için bir fırsat olabilirdi. Oysa kafa karışıklığı ile yola çıkmış bir fotoğrafçı gördüm. 36 kareden bu kadar iyi fotoğraf çıkmaz. Sergide 31 kare görüyoruz. Sonra öğreniyoruz ki her kare için önce dijital makinesi ile ışık ve görüntü testleri yaptıktan sonra (profesyonellik hastalığı) nihayet parmağı titreyerek düğmeye basmış, kimi yerlerde film artık bitsin istemiş, kaba bir göndermeyle son kareyi bir mezarlıkta çekmiş. Böylelikle sergide gördüğümüz fotoğraflar sadece Kodachrome filmine bir ağıt olmaktan çıkmış, Steve McCury için de bir ağıta dönüşmüş. Sanıyorum bütün bunların nedeni Son Kodachrome filmini kendi hesabına çekmek istemesi olmuş. Belgesel film de kötüydü. Oysa Kodak, Magnum ve National Geographic gibi dev kurumların böylesine bir şansı hem kendi lehlerine hem de fotoğrafçılık tarihi için unutulmaz bir şansa dönüştürmeleri mümkündü, bu olmamış. Bunlar yüzeyden görülenler.
Sergide ilerledikçe kararsızlığın yerini belli bir kararlılığa bıraktığını, acemilikle profesyonelliğin el ele yürüdüğünü ve inanılmaz bir şekilde McCury'nin bir zamanlar olduğu o iyi fotoğrafçıya yaklaştığını ve kimi fotoğraflarda insana ait, dünyaya ait izleri görmemizin yolunu gösterdiğini görüyoruz. Benim en sevdiğim fotoğraflardan biri, gösterişli olmayan ama küçük bir başyapıt olduğunu düşündüğüm Washington Square Park'ta kitap okuyan kadın fotoğrafı.
Fotoğraftan yayılan huzuru hissediyor, akşamın gelmekte olduğunu anlıyorum. Okumanın verdiği düşünceler ve okumakla başka dünyalara yapılan maceralara açık olmayı görüyorum, yılların oturulan bankın altında kaldığını görüyorum.
Sonra Şinez Trisaryvala (Shenaz Treasurywala) isimli yazar ve oyuncu bir kadının portresini çok beğendim. Doğunun ışığı ve batının bakışı ile görsel birleşimi bu acayip fotoğrafı meydana getirmiş. Arkadaki insanlar, gölgeler, koyu sarı ve kahve tonlar, yansımalar parmakların ve saçların tuhaf duruşu ile mücehhez bir fotoğraf.
Son Hükümdar: Nikon F6
Sergide fanus içinde sergilenen bir makine var ki Nikon'un efsanevi F serisinin son üyesi olan F6 adıyla bilinen bu muhteşem makine, bir devrin de son temsilcisi oluyor kendisi. Kahin olmaya gerek yok, bir F7 göremeyeceğiz. Zaten dijital makinelere ağırlık verildiği bir zamanda F6'nın çıkması şaşırtıcı bulunmuştu.
World's Best 35mm SLR |
Yine de filmli makinelerin ve filmlerin varlığını sürdürmesi, güzel ve güzelliğe tutkun, geçmişe sahip çıkan inatçı insanların bulunması nedeniyle az da olsa halen film üreten firmalar var. Hıza tutkun insanlar ise o denli hızlı gidiyorlar ki geçtikleri yerleri göremiyorlar. İyi ki Kodak, İlford, Fujifilm, Agfa var.
Son Kodachrome filminden çıkan 31 karenin tamamını görmek için klik.
Flickr'daki Kodachrome hayranlarının ellerindeki filmlerle çektiği fotoğraflar için klik.
Masumiyetin yapmacık suretleri
Diğer bir sergi ise paralel koridorda süren Lale Tara'nın "Masum Suretler" sergisi. Hayretler içinde gezdim sergiyi. Masum Suretler sergisinde göndermelerle yüklü fotoğraflar var. Fotoğrafların boyutları çok itici. (Bu kadar büyük boyutlar ne içindir hiç anlamıyorum, bir şımarıklık göstergesi olarak görüyorum.)
Sergideki fotoğraflar Rönesans döneminden günümüze Meryem Ana ve Çocuk İsa kültürü ile başlayıp Osman Hamdi Bey'in Mihrap (1901) isimli resmine dek bazı göndermeler içeriyor. Sergideki fotoğraflar için çok uğraşıldığı, 'yapım' aşamalarından titizlikle geçtiği belli. Kimi yerlerde "masalsı, doğaüstü" diyerek sergiyi yücelten sözler okudum, bence bunlar gidip sergiyi görmeyenlerin karalamaları. Masum Suretler'e bakarken ister istemez Steve McCury sergisi ile karşılaştırdım. McCury çok uzaklarda yaşasa da benim için bir yabancı değil, oysa Lale Tara bu topraklarda yaşasa bile bir yabancı. Garip bir şekilde kalbi doğuda atan bir batılının sergisi ile, kalbi batıda atan bir doğulunun sergisi yan yana düşmüş! Talih mi talihsizlik mi bilemiyorum ama bir ibret vesilesi olduğu kesin.
Modacı Ümit Ünal'ın tasarladığı giysiler de göz tırmalayan cinsten, yakışıksız şeyler, belki sahici bir kadının üzerinde güzel durabilir ancak bunu anlamak zor. Serginin sonunda görülebilecek bir video çalışması var ki evlere şenlik. Serginin küratörü bu videoda "oyuncak atlıkarıncanın kısırdöngü içinde, hızlı ama zamansızlık belirtisi olan devinimiyle bir ağacın gölgesinde huzur arayan genç kadın ve bebeğinin devinimsizliğinin, izleyeni yine zaman kavramında bilinmezliğe düşürdüğünü" söylemiş.
Çağdaş Sanat'ın kör noktalarından biri işte budur. Biri "kral çıplak" demediği sürece herkes olmayan giysileri övüyor, aklın varsa görebilirsin ancak diyorlar. Benim kafam iyi çalışmadığı için bu sıkıcı videoyu da sergideki diğer sıkıntı verici fotoğrafları da anlamadım, beğenmedim. Her şeye karşın anlayan, takdir eden akıllı insanları şimdiden kutlamak isterim. Sessiz kalmaktansa fikirlerimi böylelikle aktarıp "hiç işim olmaz" diyerek uzaklaşıyorum.
4 yorum:
Merhabalar,
Masum Suretler sergisi hakkındaki yazınızı bugün okudum. Kendi dünya görüşüm, yaşama bakışım ve algılayışım çerçevesinde ve de fotoğrafı çok seven birisi olarak tespitlerinizin güzel ve doğru olduğunu düşündüğümü belirtmek istedim. Ekşi Sözlük vasıtası ile ulaştığımız bloğunuzu da böylelikle bundan sonra takip etme şansına da sahip oldum.
İyi çalışmalar dilerim.
Enis Yücel
www.enisyucel.com
şahanee bir eleştiri.....
Destekleyici yorumlar için teşekkürler.
Sergi gezmek netameli bir iş. Kimi sergileri hayranlıkla gıpta ederek geziyorum, kimi sergilerde ise sıkıntıdan bayılacak gibi oluyorum. Genellikle kötü sergileri pek yazmıyorum. (İyi sergileri de yazmadığım oluyor, ayrıca göremediklerim de oluyor.)
Bu sefer iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin yan yana durduğunu görünce dayanamadım, yazdım.
'Eleştiri' ağır bir iştir, yazdıklarım eleştiri değil, 'izlenim' olabilir ancak. Bu arada dozu kaçırmış da olabilirim, fakat içten gelen hislerimi anlattım, bu açıdan müsterihim.
Merhabalar,
Geçen yıl gezmiştim bu sergiyi ve etkilenmiştim. Lars Von Trier/Antichrist'ın sergi versiyonunu geziyor gibi hissetmiştim. Lale Hanım'ın ele aldığı sorunu çok gerçek buluyorum kendi adıma. Bunun dışında bu sorunu ifadelerken sunum düzeni açısından da hikayeyi takip ettirmeyi başarmış. Eleştirilerinizin biraz sert olduğunu düşünüyorum.
Yorum Gönder