13 Ocak 2010 Çarşamba

Şeytanın Saati



Nisan 1993 sularında Metis Yayınları, 'Edebiyat Dizisi’nin 48. Kitabını yayımlandı. Ben o sıralarda Fernando Pessoa denilen çok-insan ile henüz ciddi anlamda tanışmamıştım. Galiba bir iki yıl sonra bu kitaba kavuştum. Kitabın adı beni büyülemişti ve şaşkınlığa sürüklemişti bir kere, sonra kitaba şöyle bir göz gezdirince kalbimin hızla çarpmaya başladığını hatırlıyorum, hemen satın alıp kaçarcasına kitapçıdan uzaklaştım.

İyi kitaplar bir tören ister, okumaya başlamadan önce şehrin uyumasını bekledim. Şeytanın Saati’ni okudukça sayfa sayfa büyüdüğümü hissettim. Her iyi kitabın verdiği his gibi kışkırtıcıydı, olağanüstü bir eserdi. Tekrar tekrar okudum. Bildiğim, daha önce okuduğum kitaplara benzemiyordu, zaman içinde öğrendiğim yeni bilgilerle kitaba döndüğümde bazı cümlelerin daha anlamlı olduğunu anladım. Şimdilerde Pessoa ile Saramago arasında kendimce bağlantılar kuruyorum, okudukça nefes alan yazarlar bunlar ve benim için hayati bir önem taşıyorlar.

Bu simgelerin dünyasında yaşıyoruz, aynı aydınlık ve karanlık –görünür karanlık dediğimiz– tapınakta; ve her simge hakikatin yerine geçebilecek bir hakikattı, ta ki zamanla koşullar hakiki hakikatı yeniden oluşturuncaya kadar.” (s.24)

Pessoa ne yazık ki yok artık, yanına koşup yazdıklarını çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Ama bu kitabı anlatabilirim. ‘Şeytanın Saati’ 43 sayfalık küçümen bir yapıt, öyküden sonra 10 sayfalık bir bölüm daha var: “Çoğul Şair; Fernando Pessoa’ başlıklı Işık Ergüden ve Hür Yumer imzalı bir yazının olduğu bölüm kısa ama öz bir biçimde Pessoa’yı anlatıyor.

Bu ufak kitap görünmeyen bir güçle kendini olduğundan daha çok gösteriyor sanki. Bir masa saatinin ezgisi gibi dokunaklı bir yanı da var. Yazgının karanlığını anlatan bu kitap, hiç evirip çevirmeden tarihin korkunç harfleriyle yazılmış o baba kitapların nasıl olup da can yaktığını ama aynı ölçüde gülünç olduğunu da anlatıyor.

Ben, senin her zaman aradığın ve asla bulamayacağın kimseyim.” (s.30)

‘Şeytanın Saati’ hem tüm zamanları hem içinde bulunduğumuz anı gösteren bir kitap. Hem ben’i, hem sen’i hem de biz’i (ve o’nu unutmayalım, yani hepimizi) gösteren bir simge. ‘Şeytanın Saati’ merhametin ve önüne geçilemez hüznün kitabı. Hem içimizde olanı duyuran, hem göstermek istediğimizin şarkısını söyleyen bir müzik aleti. ‘Şeytanın Saati’ insanlığa bir ağıt gibi de okunabilir, kutsal olanın üzerindeki örtüyü kaldıran elin yine bizzat insan olduğunu da söyleyebilir.

Kimi zaman dünyaya bakmak için eğilip de, limandan çıkan ya da limana dönen balıkçı gemilerinin yelkenlerini uzaktan gördükçe kalbim, tanımadığı bir ülkenin düşsel özlemini duyuyor.” (s.32-33)

Hepsi bir yana 44. sayfadaki fotoğraf ilk gördüğüm andan itibaren unutulmaz karelerden biri olarak zihnime kazındı. Pessoa’nın ölümünden sonra bulunan elyazmalarının içinde olduğu sandık, arkadaki kitaplıkta dizili olan ve bir ömrün aynası, simgesi kitaplar kitaplar…

Bu fotoğraf tıpkı Şeytanın Saati gibi gibi sarsıcı bir hakikatın imgesi, insanın giderken geride bıraktıklarının nasıl olup da yine gitmiş olanın aslında gitmediğini, gidemediğini, bütün bu nesnelerin aslında onun simgesi bile değil, bizzat kendisi olduğunu söylüyor.

En büyük aşk derin bir uykudur, dalmaktan hoşlandığımız bir uyku.” (s.22)

Bu kitaptan geriye sorular, kuşkular ve kaçınılmaz olan yazgının bilgisi kalıyor. 44. sayfadaki fotoğraf kalıyor geride, Necdet Yaşar’ın tanburundan havalanan müziğin konakladığı görüntüler gibi zihnimde kalıcı izler bırakıyor. Aklıma akan zamanın biribirine karışmış görüntülerini gösteren Şeytanın Saati, şimdiye değin yapılmamış ve yapılmayacak bir mekanizma ile donatılmış durumda. Kelimeler dönüp durdukça ‘Gerdaniye Peşrev’ gibi ustanın parmaklarının hayat verdiği ezgiyi dinletiyor insanlara ve o fotoğrafı düşündürüyor.

Elveda, Margarida!” (s.43)

2 yorum:

Unknown dedi ki...

Oysa daha okumadım bile...

mehmet bizansbeyi dedi ki...

Geç kalmış sayılmazsınız :)

google27928836a124597b.html