26 Temmuz 2014 Cumartesi

Kalbin saati


Olympus XA, Kodak T-Max 400, 2009


Dün gözlerim çok ağrıyordu. İğneler batıyordu sanki ve baktığım herşey gözlerimi acıtıyordu. Işığa tahammül edemiyordum. Gündüzün bir an önce bitmesini, karanlığın gözlerimi avutmasını bekledim.

Erkenden uyudum. Daha doğrusu nasıl uyudum bilmiyorum. Bir yıldan fazla oldu uyuyamıyordum. Bin türlü derdim var. Doğrusu nasıl uyudum bilemiyorum en son hatırladığım  Hani Niroo'dan Shokoofeh adlı şarkıyı dinlemeye başladığımdı. Sabah dokuzda uyandım. Bir-iki saat uyuyup uyanan, kitap okumak isteyip okuyamayan, yazı yazmak isteyip yazamayan biri için çok tuhaf bir durum. Kendimi yıllardır uyuyamıyormuşum gibi hissediyordum.

Şunu da söylemek lazım, hayatım belki bozuk ama dünyada öyle şeyler, öyle acılar yaşanıyor ki benim sorunlarım incir çekirdeğini doldurmaz belki. Böyle düşünüp içimi ferahlatmaya çalıştım. "Işık gözlerimi çok acıtıyor ama ışık olmayınca çok sevdiğim fotoğraflar da olmuyor" dedim kendi kendime.

Sabah uyandığımda ellerime baktım önce. Sağ elimi yumruk yaptım ve sanki tek kişilik bir yatakta değilmişim ve sen yanımdaymşsın gibi, kulağına fısıldar gibi "Kalbim işte bu kadar." dedim. İşte bu kadar kalbim. Ölene kadar aynı şarkıyı söylemeye yazgılı bir organ. Arada sırada ritmi değişiyor o kadar. Kalbimin fotoğrafını çekmek isterdim.

Kaçınılmaz olarak fotoğrafın kalbini düşündüm sonra. Birden 2009'da çektiğim bir fotoğraf geldi aklıma. Onu aradım ve "Analog" başlıklı bir dosyada buldum.

Dünya karanlık bir yer. Kaç gündür dünyaya bakmak istemiyorum, gözlerim belki bu yüzden ağrıyor. Bir gazetede çalışıyorum. İşim fotoğraflara bakmak ve onları sınıflandırmak, fotoğraflara anahtar kelimeler vermek. Ama gözlerimi acıtıyor bu fotoğraflar. Yayımlanmayan fotoğraflar çok daha acı. Bu dünyanın en büyük felaketi insan. İnsanın en büyük felaketi yine insan.

Yine de ışık gerekli fotoğraf için. Seni görebilmem için ışık gerekli. Kalbimi görebilmen için ışık gerekli.

Fotoğraf çok tuhaf bir icat öyle değil mi?

Eşyanın kalbi var mıdır?

Ne zaman birlikte yürüyebileceğiz ey güneş?

Ben hep karanlıkta hep serin bir yerde durmak zorunda mıyım?

Işık olmayınca, müzik olmayınca, şiir olmayınca, hikâyemiz olmayınca ve kalbimizi görmez olunca daha az insan oluyoruz galiba.

24 Temmuz 2014 Perşembe

Asaf Hâlet Çelebi'nin düş gören saati

Aramızda kalsın, sana bir sırrımı söyleyeceğim: Asaf Hâlet Çelebi iyi bir şair olmasının yanında iyi bir yol göstericidir.

Bugün Çelebi'yi düşündüm. Onunla şarap kıvamında bir kahve içmek, denize onunla birlikte bakmak isterdim. Bir sahafta iyi bir kitap bulmak için eşelenmek, kütüphanede onunla birlikte dergi karıştırmak isterdim. Aynı bahçede onunla birlikte oturup düşünmek isterdim.

Çelebi ile her defasında bir başka dünyaya baktığımı bilirdim.
Biz başkasıyız aslında, kendimize daha çok bakmalıyız.
Tıpkı Fernando Pessoa gibi.

(Fotoğraf işte böyle bir şeydir: Gördüğün her ne ise değişmez gibi görünür. Oysa her defasında bir başka fotoğrafa bakarsın. Fotoğraflar olduğu yerde durmaz. Her defasında gördüğünü, anladığını zannedersin ve değişirsin, anlamasan bile değişirsin. Fotoğraf, bitmeyen bir yolculuktur.)

Anlamışsındır, bir başka Pessoa, bir başka Çelebi daha var. Sana on(lar)dan söz etmek istiyorum. Onunla kahve içtim, kitap okudum, dergi baktım. Seni tanımıyorum belki, yine de senin kim olduğunu daha doğrusu önceden bildiğim sen olduğunu biliyorum.

Bir fotoğraf gibiyiz seninle. Bir fotoğrafı okumanın türlü yolları gibiyiz. Farsça bir şiir gibiyiz. Her okunduğunda kulağa biraz daha kederli biraz daha acımsı gelen ama her okunduğunda eğer seni öpebileceğim kadar bana yakınsan saadetin sevincini duyuran bir şiir gibiyiz.

İnsan çok tuhaf. Hep aynı olduğumuzu, değişmediğimizi düşünüyoruz. Çünkü değişmeyen yanlarımız var. Külliyen değişmesek bile, değişim azar azar gerçekleştiği için hep aynı hâlde olduğumuzu düşünüyoruz. Bu durum hem iyi hem de kötü. Karşına çok ihtiyaç duyduğun bir kitap, bir insan çıkabilir. İstemeden zehirlenebilirsin ve felç olabilirsin ve bir süre sonra kendini hareket etmez bulabilirsin, daha kötüsü kendine kötülük yapabilir, hiç kurtulamayabilirsin. İhtiyacın olan asıl yer çok yakın olabilir fakat sende ona ulaşacak güç kalmamış olabilir. Başın ağrıdığında, dünya bir baş ağrısıdır.

Bir kuş gibi yükselmek, unutmak istersin olanları. Bulunduğun yerden ibaret sandığın için üzülüp durursun, isyan edersin, üzülürsün, mutsuz olursun. Hayat azap verici olabilir. Bulantı seni esir alabilir.

Oysa dünya Pessoa gibidir. Tek bir katmandan ibaret değildir.
Dünya biraz Asaf Hâlet Çelebi gibidir, tohuma bakıp ağacı görebilirsin.

Pessoa öleceğini elbette biliyordu. Bir gün hiç tanımadığı ve hiç tanıyamayacağı birisinin okyanusa onun bakışıyla bakacağını da biliyordu. Çünkü bize bu konuda mektuplar yazdı ve her defasında bir başkası olarak yazdı. Küçük incelikler de yaptı. Mesela sen pembeyi seviyorsun diye sana pembe mürekkeple yazdı. Benim okuduğum mektup ise yeşilin en güzel tonuyla, zümrüt renginde kaleme alınmış.

Çok mu karışık anlattım?
Aldırma bana. Demem o ki:
Ben ve sen, Çelebi ve Pessoa.
Bir avluya oturmuşuz.
Düş görüyoruz. 
google27928836a124597b.html