20 Nisan 2020 Pazartesi

Siyah Beyaz Fotoğraflar Üzerine Bir Mektup

İstanbul Arkeoloji Müzesi, 18 Aralık 2016 (c) bizans

Işık, biliyorsunuz bir çeşit yağmur gibidir. Fotoğrafı doğuran şey ışık, fotoğrafın canı, fotoğrafın gövdesi de ışık. Ne zaman bir fotoğrafa baksam önce zamanı görüyorum. Zamanın kendisi ışık oluyor ve gördüğüm her fotoğrafa yayılıyor. 
 
En karanlık fotoğrafta bile az veya çok güzel bir ışık vardır, ben güzel ışığı arıyorum, bana dokunan ışığı, bana dokunan zamanı. Renkler görmeyi, dokunmayı engelliyor sanki.

Covid-19'dan önce nereye gidersem gideyim her zaman çantamda fotoğraf makinesi bulundurmaya özen gösterdim. Ama çoğu zaman bazen bir hafta tek bir kare bile çekmiyorum. Fotoğraf çekmek çoğu zaman gereksiz geliyor. Her şeyin olduğu bir fotoğraf yok, daha doğrusu kusursuz fotoğraf yok. Wabi-Sabi düşüncesine bakınca bu durum kuşkusuz harika bir şey ve Wabi-Sabi düşüncesine en uygun düşen fotoğraflar da renklerden arınmış siyah-beyaz fotoğraflar galiba.
 
Siyah beyaz fotoğraf, sanki daha çok fotoğraf üzerine düşünmeye ve daha çok iyi fotoğrafı aramaya iten bir arayışı doğuruyor. Renkli fotoğrafta sanki daha çok fotoğraf çekmeye, daha yüzeysel bakmaya yönelten bir hafiflik var.

Lakin fotoğraf çekerken çok da fazla düşünmüyorum, bazen daha sonra veya daha önce ama daha çok fotoğrafı çekmeden önce düşünmek istiyorum. Görmeye çalışıyorum, sonra biraz da makinenin görmesini istiyorum. Bir leke görüyorum mesela. Fotoğrafın sağına veya soluna o lekeyi bırakıyorum, sonra düğmeye basıyorum. Lekeden başka bir şey yok. Fotoğraf bir bardak kahve görünüyor, oysa ben o lekeyi görüyorum. Porselen fincan üzerindeki o güzelim kahve lekesi benim için o fotoğrafı diğer bütün fotoğraflardan ayıran bir şey. Sonra boşluk görüyorum. Boşluk her şeye bir anlam veriyor.

Öte yandan fotoğraf bir arınma duygusu vermelidir diye düşünüyorum. Ben de bir şeye dikkat kesildiğimde, sadece onu duymak istediğimde, gözlerimle kulaklarımla burnumla gövdemle ona bakmak istiyorum. Bir fotoğrafa bakan kişi de kendi gördüğü şeylere dikkat kesilsin, kalbi irili ufaklı sorunları bir kenara bıraksın isterim. Ayasofya'yı veya bir başka güzel mimari eserle ilk kez karşı karşıya geldiğimde tek bir yere bakarım, önce gölgeleri görmek isterim, benim görmemi sağlayan ilk şey gölgedir,

Dünyanın ışığı tıpkı rüzgâr gibidir, dokunur, ısıtır, aydınlatır, duyurur, heyecanlandırır ve gri-siyah gölgeler yaratır. Işık mekânı doldurur, haşmetli olan, saltanatını sürdüren bir yapının büyüklüğü değildir, ışığın içeride ve dışarıda rahatça esmesi, gürlemesi, fısıldamasıdır. Sonuçta gölgeyi görünür kılan ışıktır, anlaşılır kılan da odur.

Her ışığın da gölgeye ihtiyacı var. Gölgenin olduğu yerde her şey bir dünyada olması gerektiği gibidir: Olasılıklar, görünümler değişir durur. Gölge her ne kadar sadece ve sadece kendini düşünmek istese de ışık kendisi dışında neredeyse her şeyi düşünür.  Yapay ışık ise sanki renkli fotoğraflardan sızan soğuk kimyasal kokuları görünür kılıyor. Renkli fotoğraflardaki renklerin doğadaki karşılığı ile aslında bir ilgisi de yok, benziyor sadece, andırır, mış gibi yapar, biz de kanıyoruz, bile isteye kandırılıyoruz, gecelerin aslında ışıksız olması gerekirdi, sadece yıldızları ve ay ışığını görmeliydik. Gökyüzü de aslında mavi değil, siyah. Bildiğiniz gibi dijital sensörler de renkleri görmüyor, sadece bir tahminde bulunuyorlar.

Fotoğrafta gölgeleri de çok seviyorum, gölgeler sahici, içimizdeki iyilikle el ele gezen kötülük gibidir ama kötü değildir, aydınlık olan ışığın bir parçası olduğu duyurur. 
 
Fotoğraf çekerken oraya bakışlarımı bırakıyorum. Bu bakış bazen görülebilir, bazen fotoğrafa bakan kişi kendi bakışlarıyla karşılaştırır fotoğrafı, o zaman başka bir kişi olduğunu anlar, bazen de fotoğrafçının bakışına uyar çünkü bu bakış aslında bir yerde ona aittir. Aradığım ruhu renkli fotoğraflarda bulamıyorum. Çünkü sanat biraz da soyut demek.

İyi ki fotoğrafın tarihi siyah beyazla başlıyor, gerçeği o zaman göremezdik. Sonradan renklendirilen eski fotoğraflara bakıyorum da ruhu kaçmış gibi hepsi. Resimden ayıran bir şey olmalıydı o zaman. Şimdi de öyle. Siyah beyaz yağlıboya tablolar pek olmadı. 
 
Renkli düşmanı değilim, desenler dışında sanat tarihinde sevdiğim resimler hep renkli. O resimlerin çoğunu siyah-beyaz düşünemiyorum mesela. Ama şimdi resim ile fotoğrafı ayırmak gerek. Resim başka bir alan.

Demek istediğim siyah-beyaz fotoğraflar her zaman daha çok dokunuyor ve bana her zaman daha çok şey söylüyor.

Siyah-beyaz fotoğrafın en güzel yanı ise sükunetin varlığı.

Siyah-beyaz fotoğraf doğrudan, çekinmeden görebilmek, ışığın kalbimizden, aklımızdan geçmesine izin vermek demek.

3 Aralık 2018 Pazartesi

Andre Kertesz Ölmedi Fotoğraflarda Yaşıyor

Andre Kertesz, Fork (1928) 


En sevdiğim fotoğraflardan biri, Andre Kertesz üstadın çatal ve tabaklı fotoğrafıdır.

Bu muhteşem fotoğraf üzerine uzun uzun yazmak istiyorum ama bu hakkımı geniş bir vakitte kullanacağım. Şimdilik küçük bir yorum ile konuya ucundan yaklaşayım:

bizans, kalem (2018) 

24 Şubat 2017 Cuma

Ilford


Ilford firması 130 yıldır analog fotoğrafçılar için film üretiyor. Her şeye rağmen kahramanca direnip ayakta kaldılar. Bu durumun en büyük paylarından biri de halen Ilford fotoğraf filmlerini satın almaya devam eden güzel insanlardır. Onlara büyük saygı ve sevgi duyuyorum.

Ben biraz uzaklaştım ancak analog fotoğrafın güzelliğine her zaman hayranım.

Keşke dijital fotoğrafçılık çok daha geç icat edilseydi.

(c) Mehmet Bizansbeyi


google27928836a124597b.html