21 Aralık 2007 Cuma

Neden fotograf? - 1 -


Sanat denilen seyin kendisinin degil de kendisini ifade etmeye calistigi ama kesinlikle beceremedigi ‘sanat’ kelimesinin garip oldugu malum.

Garip kelimesi kendi basina ne kadar ‘garipse’ sanat kelimesi de bir o kadar ‘garip’ iste.

Wittgenstein’in dedigi gibi belki de bu tür seyler hakkinda hiç konusulmamali.
O yüzden sanat polemigine hiç girmeden fotografin kendimce irdeledigim hususlarina degineyim.

Kendimizi anlatmak istedigimiz farkli ‘yöntem’lerle karsilastirma yapinca fotografin digerleri yaninda farkli bir amaç için hayatimizda oldugunu anladim.

Hayat derken, önce hayata gelisimizin iki nedeni olmali :
Kendimizi cözmek,
Cözebildigimiz kadarini (bir sekilde) göstermek.

Büyüyüp ögrendigimiz (karmasik hallere sokup cogu insanin yapamadigi becerileri onlara begendirme ve onlari özendirme arayislarina girdigimiz (bk. sanat) ) bu yöntemlerin hepsi aslinda cocukluga dayanmakta.

Yeni bir ortama gelip kendimizi ve etrafimizi tanimakla gecen cocukluk döneminde yaraticiligi ilgilendiren herseyi deniyoruz. Cünkü amaç ‘içerideki’ birseyleri ortaya cikarmak…
Küçük bir çocuk resim çizerken bunu çok iyi ifade edebiliyor.
Biraz o süreci düsünürsek su anki sanat dallariyla olan her iliskiyi anlariz.

Farkettim ki çocuklugumuzda baslayan ‘sanatsal kaygilarimiz’in amaci hep gelecege yöneliktir. Kendini kesfetme durumunun yarattigi bu beceriler zamanda ileriye dogru bir ok konumundadir.

Gelecegi getirir. O yüzden cagdaslik sorunu vardir, cagin insanlari cagin sanatcisini anlamakta zorluk ceker. Müzikte, resimde, tiyatroda hep bu vardir.. Simdiki zaman ya da gelecek kaygisi. Fotografi su anki cagdas sanat anlayisindan önce saf halini ele alalim.

Nedir fotograf?

Bir kere teknolojinin yardimiyla sanatsallasmis birseydir. (kara kutunun icadi, cesitli kimyasallar vs…)

Resmin, müzigin, siirin, oyunun insanin dünyada var oldugu zamandan beri hayatta oldugunu düsünürsek fotograf ile aralarinda cok uzun bir zaman dilimi oldugu süphesiz.
Bu da bence cocukluk gibi dünyaya gelen insanligin kendini kesfetme oyunuyla alakali.

Cocuklar fotograf cekmek amacinda degilken ya da fotograf cok daha önceleri icat edilebilir durumda edilmemisken bunun sebebi bence su olabilir;
Fotograf tamamen gecmisle alakali.




Basitce algilandigi gibi görüntüyü bir yere sikistirma derdi gecmisle yüzlesmekten baska birsey degil.
Konu zamanin hangi konumuna hitp ederse etsin, stil hangi caga ait olursa olsun, cekilen her fotografin derdi ‘geçmis’tir.

Belki de bir cesit psikanaliz gibi kisinin bile bilmedigi seyleri içinden cikartmasidir.
Bu yüzden daha da gariptir, daha da farklidir.

14 Aralık 2007 Cuma

Fotoğraf dergileri veya yaşlı bebek ne zaman doğacak?

Dergileri çok önemsiyorum, yapısal olarak hem günceller hem de kitap gibi değiller daha pratik bir süreçleri var. Yaklaşık son 20 yılım dergi biriktirmekle geçti. Yayımlanan hemen her fotoğraf dergisini satın alıyorum veya o ay sıkışık durumdaysam bir yerlerden bulup okuyorum... Sonuç: Geniş Açı dergisi hariç hep hayal kırıklığı yaşıyorum...

"Fotoğraf" dergisi mesela. Can sıkıcı bir yayın. Photoline, Photo digital, f:, Photoworld gibi dergiler ise işi ucundan tutuyor. Photo.. ile başlayan dergilerin isimleri de çok acayip, burası neresi, hangi ülkede yaşıyorum ben? ingiliz miyim? abd'li miyim? Kimlik bunalımı yaşıyorum. Adı geçen dergiler amatör fotoğrafçıyı hepten cahil yerine koyup, her yıl benzer yüzeysel yazıları yayımlayıp duruyorlar. Tamam amatörüm ama benim de bir onurum var!

Varsa yoksa yeni çıkan DSLR veya basçek tarzı makineler, megapikselleri bu kadar, makinenin kıçında şu var, başında da bu var ve şöyle foto çeker, böyle çekmez gibi kimi kerameti kendinden menkul değerlendirmeler. Photoshop hileleri ve (nasıl olur da 8 saat bir fotoğraf üzerinde bilgisayarda etüt yapılır ve dişe dokunur bir sonuç çıkmaz?) hazır ayarlar fişmekan. Bu dergiler makine/objektif fetişizmi yaratmaktan öteye gidemiyor. Fotoğraf yerine ekipman/yazılım tartışması yapan bir nesil işte ancak böylesi bir tavır ve özenle yetişir...

Türkiye'de sadece ve sadece fotojurnalizm ile ilgilenen bir dergi lazım. Kavramsal olarak fotoğraf, fotoğraf ahlakı, fotoğrafçıların tavırları, dünya görüşleri ve benzeri konuları işleyen, referans gösterilecek ağır ve ciddi yazılar yayımlayacak oylumlu dergilere (üniversite veya vakıf gibi sağlam bir kurum desteğinde), gerektiğinde tabuları kıracak, doğruyu söylemekten sakınmayacak kahramanca dergilere de ihtiyaç var. Ama bakıyorum bütün dergiler yamalı bohça gibi... İz dergisi biraz ayrıksı duruyor burada, onu nasıl tanımlamalı, "portfolyo dergisi" desek uygun olur sanırım.

Yayımlanan dergilerin içeriğine gelince, korkunç zayıflar. Makine/obektif tanıtımı yapmaz isek batarız diyor bu dergilerden birinin yöneticisi. Sonra "sektör dinamikleri sizin söylediğiniz türden dergilere izin vermez" diyor. Geniş Açı dergisini de buna örnek veriyor.

Bence de, elbette kendi tarafından bakınca çok haklı görünüyor. İyi ama bu neden böyle? Daha da vahim olanı Türk dergiciliği de tıpkı Türk fotoğrafı gibi hep böyle kısır ve güdük mü kalacak? Türk fotoğrafına profesyonel bir el uzanmayacak mı? Türk fotoğrafı anne rahminde yıllarca bekleyen yaşlı bir bebek gibi görünüyor...

"Doğum" mümkün olabilir mi? Doktorlar sezaryene razı değil, bebek de normal doğum istemiyor!

Aslında bu çok zor. Neden zor peki? Bir örnek vereyim: Ara Güler'in çektiği fotoğrafları beğenmeyen çok zengin bir işadamı gidip bir kaç tane Leica alıp fotoğrafçı oldu (!), sonra fotoğraf yıllıkları filan yaptı, sergiler açtı. Günün birinde bu fotoğraf aşığı insan öncü oldu bir vakıf kuruldu ve bir festival düzenlemeye başladı. Fotoğraf festivalı değil tabii, sinema festivali! Geçenlerde bir gazetede bu tarz festivallerin bütçesini okuyunca oturup ağlamamak için kendimi zor tuttum. Milyonlarca dolar harcanıyor bu tarz festivallerde... Peki geriye neyin tortusu kalıyor? Hiçlik... Çok üzücü ama geriye bir şey kalmıyor. Aynı kendi kendini tatmin eden zihniyet bankaların düzenlediği müzik festivallerinde de mevcut, öde 100.000 doları bir sanatçıyı getir iki tane kıytırık şarkı söyleyip parayı alıp nereden geldiyse oraya kaçsın. İşte sanat bu!

Neyse konuya geri dönelim, ne diyorduk? Leica'cı işadamında kalmışız, devam edeyim: Sonra bu işadamı ve ailesi yine öncü oldu ve bir müze açıldı. Tabii ki fotoğraf müzesi değil. Resim ve heykel müzesi tadında, sözde bir çağdaş sanat müzesi! Çok sağolsunlar arada bir iki de fotoğraf sergisi açtılar, mutlu olduk. İşte ennn fotoğrafsever ailenin katkıları bunlar. Gerisini düşünmek bile istemiyorum...

Ama düşününce görüyoruz ki ülkemizin zengin insanları çanak çömlek alma yarışında, evlerinin bir köşesine koydukları bu tabakları, tombakları tabii gösteriş için, halıya perdeye mobilyanın rengine uyumlu olarak alıyorlar. Anlamadığım şu, bir iki nesil para peşinde koşmaktan kültüre zaman ayıramıyor elbette, peki sonraki nesiller neden çanak çömlek peşinde koşuyor? Çok garip... Müzayede kataloglarına bakıyorum hep aynı tarz şeyler...

Fotoğraf sanatı nasıl gelişecek peki?

Bu koşullar altında çok zor.

Zenginlerimiz batıdaki zenginler gibi sanata destek olmanın film seyretmenin, bir takım zımbırtıları toplamanın, vahşi koleksiyonlar yapmanın ötesinde bir şey olduğunu anlamaları lazım, yani hakiki manada mesen olmaları lazım.

Ancak görünen o ki, Türkiye'de paraya pula hükmeden bu insanlar önümüzdeki yüzyıllarda yine müzayedelerde acayip zamazingolara yatırım yapmaya devam edecekler.

Hiç umut yok.

Peki ya üniversiteler ne alemde acaba?

Üniversitelerin hemen hepsinde bir güzel sanatlar fakültesi filan var. Ülke çapında bir dergi yayımlayan bir fakülte var mı? Bir fotoğraf enstitüsü var mı? Yurtdışında ses getiren projeleri geçtim ülke içinde fotoğraf adına düzgün bir iş yapan "Üniversite" var mı? Öyle eski elektirik santrallarını alıp sanat müzesinde video klip yapan zihniyet örnek değildir, kalsın.

Fotoğraf müzesini filan geçtim güzel bir dergi, insana yaşama sevinci verecek bir dergi için ne kadar beklemem gerekiyor bilmiyorum...

10 Aralık 2007 Pazartesi

tarihin ilk "otoportre"sinin hikayesi

1830lu yillarda Paris'teki entellektüelleri ve ressamlari bir telas alir. Belki tam o siralar böyle adlandirmasalar da bizim su an fotograf dedigimiz sey Nièpce'le somut hale gelmistir.
Bir kaç sene sonra Louis Daguerre'in, gelistirdigi teknikle fotografi ilk defa negatif bir kagit üzerine basma imkani sagladigi söylentileri yayilmaktadir.

Ayni zamanlarda Hippolyte Bayard adli bir resim asigi, ayni sekildeki calismalariyla fotograflayip baskilama teknigini gelistirir ve 39 yilinda tarihin ilk sergisini acar.
Daguerréotype'in Fransiz hükümeti tarafindan resmi olarak taninmasindan sadece iki ay önce olmasina ragmen geç kalinmistir...

Daguerre nasil olduysa kendini kabul ettirmeyi basarmistir ve devletten aldigi 10.000 franki da cebe atmistir. Teselli olarak Bayard'a verilen para 600 franktir...

ve Bayard "ölmüs cesedini" cekip (tabii ki gercekten ölmemistir:) , basip, yazdigi su mektupla hükümete yollar:
"The corpse which you see here is that of M. Bayard, inventor of the
process that has just been shown to you. As far as I know this indefatigable
experimenter has been occupied for about three years with his discovery.
The Government which has been only too generous to Monsieur Daguerre, has said
it can do nothing for Monsieur Bayard, and the poor wretch has drowned himself.
Oh the vagaries of human life....! ... He has been at the morgue for several
days, and no-one has recognized or claimed him. Ladies and gentlemen, you'd
better pass along for fear of offending your sense of smell, for as you can
observe, the face and hands of the gentleman are beginning to decay."
Iste ilk otoportrenin hikayesi... Hala sanat nedir diye soranlara iste bu! diyesim geliyor.

9 Aralık 2007 Pazar

İlhan Berk, Henri Cartier-Bresson ve ölüm

Pierre Assouline, Henri Cartier-Bresson’a hâlâ fotoğraf çekip çekmediğini sorar, HCB yanıt verir: “İşte, biraz evvel sizin bir fotoğrafınızı çektim, ama fotoğraf makinesi olmadan, bu da gayet iyi… Gözlüğünüzün çerçevesi arkanızdaki çerçeve ile tam paraleldi, çok dikkat çekiciydi… Bu muhteşem simetrinin geçip gitmesine izin veremezdim değil mi?” (Pierre Assouline: Henri Cartier-Bresson: L’œil du Siècle, Plon)

İlhan Berk’in “adlandırılmayan yoktur” isimli kitabını okurken bir yandan da HCB’yi düşünüyordum. İlhan Berk ile tanışmışlar mıydı acaba? Hiç zannetmiyorum. Aynı çağın insanlarıydılar oysa. Zaten HCB artık yaşamadığına göre tanışmaları gibi bir şey de söz konusu olamaz. Ama bu olasılığı düşünmek hoşuma gidiyor. Çünkü şiir ile fotoğraf arasındaki aşkı, sezgisel bilgiyi, gördüğümüz şeylerin yanında yöresinde veya zihnimizde ölümün daima var olmasını ve unutulmayan şarkılar gibi unutulmayan fotoğrafları anlatmak istiyorum.

İlhan Berk diyor:

“Fotoğraf her şeye ölüm fermanı çıkarır. Nesneyi sessizliğe boğarak bırakır.
Fotoğrafı çekilen şey, ölümün eline verilmiştir. Sessizlik, fotoğrafın
elinde herşeyi siler.
Böylece sessizlik yitişin adı olur.”

(İlhan Berk, adlandırılmayan yoktur, YKY)

HCB’nin fotoğraf makinesini bırakıp resim çizmeye başlamasının nedenleri arasında görüntüleri fotoğrafın dışında da algılamasına bağlıyorum. Resim çizmeyi seviyordu, çünkü resim geçmişiyle arasındaki bağlardan biriydi. Ama bunun ötesinde fotoğrafa olan ilgisini başka bir boyuta taşımasının tek nedeni değildi. Bunun nedenleri arasında başka bir şeyler de olmalıydı. Fotoğraf çekerken kaybettiği bir şeyler. Makineyi bırakınca geri aldığı şeyler. Sadece gözlerle değil hislerle, kalbimiz ve beynimiz ile ilgili olan bir şeyler.

HCB gibi fotoğraf çekmeye çalıştım bugün. Öğle yemeğinde beyaz porselen bir tuzluk ile yandaki masada oturanların fotoğrafını çektim. Çok eğlenceliydi ama bir o kadar da acıklıydı. Işık arkadan geliyordu, masada yemek yiyenlerin yüzü karanlıktı biraz. Masa da beyazdı yerler de. Ancak bunlar hiç önemli değil. Gördüklerimi anlatmam zor. Ancak şiir ile anlatılabilir. HCB resim yapıyordu. İlhan Berk’in yazdıklarını okumuş olsaydı şiir de yazardı bence.

7 Aralık 2007 Cuma

Ol(may)an



Cokça kafa yorup bu fotografı çekmis olmam bundan sonra da bunun üzerine kafa yormayacagım anlamına gelmediginden bu yazımda bunun üzerine biraz daha kafa yormaya calısacagım.

Varlık ve yokluk kavramlarını düsünürken aynı zamanda hiç bir yol katedemedigimi düsünsem de en sonunda vardıgım nokta su oldu ki; sözü geçen kavramlar aslında tam tersini anlatmaya çalısmaktaydı...

Bir seyin olmaması, 'var' olmaya kıyasla (var) olmadıgını anlatmak için 'yok' diye adlandırılsa da 'var olmayan' oldugu gercegi bir 'var' olus paradoksunu beraberinde getiriyor.
Örnegin bu fotografın sadece bu sitede olması baska bir sitede yoklugu durumunu gösteriyor.
Bu (fotografın baska sitede) yoklugun(un) var olmasi da yok ve var sözcüklerinin yakin ve uzaklıgını düsündürtüyor.

Fotograf için tabii ki bir açıklamada bulunacak degilim.
Bahsettigim paradoksun degisik bir yönü var bu fotografta ; var olanın görünmeyen (yok olan) kısmının yansıması... O kısım da 'var' olan kısımdakinde olmayan bir seyin içinde yansıyınca böyle oluyor :)

google27928836a124597b.html