9 Ekim 2014 Perşembe

Bizimle konuşan, bizimle susan


©bizans
Işık bir çeşit yağmur. Fotoğrafı doğuran şey ışık, fotoğrafın canı, fotoğrafın gövdesi ışık. Ne zaman bir fotoğrafa baksam önce zamanı görüyorum. Zamanın kendisi ışık olmuş ve fotoğrafa yayılmış. En karanlık fotoğrafta bile az veya çok güzel bir ışık var, ışığı yutan bir fotoğraf olmaz, ancak esim olabilir sadece. Dökülen ışığı arıyorum, beni rüyalara götüren ışığı, bana merakla bakan ışığı, bana şefkatle dokunan ışığı arıyorum. 
Bazen günlerce, bazen haftalarca hiç fotoğraf çekmeden dolaştım. Çantamdaki fotoğraf makinesinin ve objektiflerin ağırlığıyla dolaştım. Her şeyin olduğu bir fotoğraf yok, daha doğrusu kusursuz fotoğraf yok. Kuşkusuz bu güzel bir şey. Daha çok fotoğraf üzerine düşünmeye ve daha çok fotoğrafı aramaya iten bir arayışa neden oluyor. 
Fotoğraf üzerine düşünsem de fotoğraf çekerken düşünmüyorum, daha sonra düşünmek istiyorum. Görmeye çalışıyorum, sonra biraz da makinenin görmesini istiyorum. Bir leke görüyorum mesela. Fotoğrafın sağına veya soluna o lekeyi bırakıyorum, sonra düğmeye basıyorum. Lekeden başka bir şey yok. Fotoğrafta bir bardak kahve görünüyor, oysa ben o lekeyi görüyorum. Porselen fincan üzerindeki o güzelim kahve lekesi benim için o fotoğrafı diğer bütün fotoğraflardan ayıran bir şeydir.

Öte yandan fotoğraf bir arınma duygusu vermelidir diye düşünüyorum. Ben de bir şeye dikkat kesildiğimde, sadece onu duymak istediğimde, gözlerimle kulaklarımla burnumla gövdemle ona bakmak isterim. İçinde kelimelerin olduğu fotoğrafa bakan kişi de kendi gördüğü/okuduğu şeylere dikkat kesilsin, kalbi irili ufaklı dertleri bir kenara bıraksın isterim. 
Ayasofya'yı veya bir başka güzel mimari yapıyla karşı karşıya geldiğimde tek bir şeye bakıyorum, önce ışık, benim görmemi sağlayan şey ışıktır. Dünyanın ışığı rüzgâr olur, dokunur, ısıtır, aydınlatır, duyurur, heyecanlandırır, üzer, kahreder, ağlatır. Işık mekânı doldurur, haşmetli olan, saltanatını sürdüren bir yapının büyüklüğü değil, ışığın içeride ve dışarıda rahatça esmesi, gürlemesi, fısıldamasıdır. Görünür kılan, anlaşılır kılan ve anlamsızlaştıran da ışıktır. 

Her ışığın gölgeye ihtiyacı var. Gölge olmayınca bir şey olmamış gibidir, mayasız ekmek, olgunlaşmamış üzümdür. Gölgenin olduğu yerde ise her şey deniz kıyısında, olması gerektiği gibi: Olasılıklar artar, görünümler değişip durur. Gölge her ne kadar sadece ve sadece kendini düşünmek istese de ışık kendisi dışında neredeyse her şeyi düşünür.  
Yapay ışık ise, kimyasal kokuları hatırlatır ve doğadaki karşılığı ile aslında bir ilgisi yoktur, ismi benzer sadece, mış gibi yapar, biz de kanarız, bile isteye kendimizi uyuştururuz. Gecelerin aslında ışıksız olması gerekirdi, biz ışığı bekleyen canlılar olmalıydık, yapay ışık fazla gerçektir, fazla uzak. 
Fotoğrafta görülen gölgeleri sevmek gerekmez, onlar anlamlıdır sadece, içimizdeki iyilikle el ele gezen kötülüktür ama kötü değildir aslında, yolunu kaybetmiştir, gölgenin gövdesi aydınlık olan ışığın ve içimizdeki karanlığın bir parçası olduğunu duyurur, yolunu bulursa yok olacaktır. Saf ışıkta fotoğraf yoktur. 

Fotoğrafa dönüp baktığımızda aslında neye bakarız? Bakışın olduğu her fotoğraf kendi sorularını biriktirir ve dünyada sorulardan başka bir şey yok. 
Fotoğrafı çeken kişi oraya bakışlarını bırakır. Bu bakış bazen görülmez. Fotoğrafa bakan kişi kendi bakışlarıyla karşılaşabilir, o zaman bir başka boyutta bir başka kişi olduğunu anlar, bazen  uysallaşır, fotoğrafçının bakışına eşlik eder, bu bakış aslında bir yerde ona aittir, bazen yüzü kararır, bir isyancıya dönüşür, tıpkı bir şiiri bir romanı okur gibidir, okuyan insan, yazan insana veya yazılan insana dönüşebilir. Karar bakışımızda gizlidir. Bizimle konuşan, bize bakan, bizimle susan fotoğraf iyidir.

Fotoğrafın en güzel yanı sükûnettir. Doğrudan, çekinmeden bakabilmek, olduğun gibi ışığın içinden geçmesine izin vermek iyidir. 

8 Ekim 2014 Çarşamba

Bir ağaç. Bir taş. Bir bulut.

©bizans



Küçük boyutlu veya bir formalık kitaplara özel bir ilgi duyuyorum. Boyutlarından dolayı (küçük, ince) bana çok sevimli geliyorlar. Bu kitaplara dokunur geçerim, çok azına sahip olmak istemişimdir. Tasarımına ve içeriğinin uyumuna bayıldığım kitaplardan biri de Curson McCullers'ın "Küskün Kahvenin Türküsü" geliyor.

Fotoğraf bundan 6 yıl önce bir yaz günü (Temmuz 2008) çekildi. Güneşin perdeden odaya misafir olması yeni bir şey değildi ama gölgelerin ve koltukta bırakılmış kitabın birlikteliği yeniydi. Güneşin altında yeni bir şey yok elbette varsa da öncesi olmadığı için çiğdir, fabrikadan yeni çıkmıştır, yeni olan daha önce bir araya gelmememiş şeylerdir, eski bir kitap ile yıllardır aynı yerde duran koltuk, güneşi imbikten geçirip süzen perdenin gölgesi ve benim ayakta durup bunlara bakışım, eskilerin buluşması yeni.

Kitaptaki öyküler, hele bir kez okunduktan sonra unutulmayacak olan olan arasında yerini alan "Bir ağaç, bir taş, bir bulut" tıpkı bu fotoğraftaki gibi güneş ışınlarının odanın içinde zarif bir edayla kanat çırpmasıdır. 

Ben o zaman sevmeye başladım işte, eşyayı unutup eşyanın ruhunu hatırlayınca. Sevmeye bir kitapla başlamıştım, hiç tanımadığım bir ülkede geçen çok uzak ve fazla yakın bir öyküde. Sonra güneşi, ışığın içinden geçerek başkalaşıp düştüğü yerde çiçek açmasını sevdim. Sonra yağmuru sevdim. Küçük taşları odama götürüp bir cam kavanozda biriktirdim. Sonra bulutları biriktirdim saçlarımda, yaşlandıkça daha çok bulut oldu. Temiz beyaz bulutlardan gri kirli olanlarına varıncaya dek gördüğüm bütün bulutları biriktirdim, onları sevdim.

Bizim için iyi olan fotoğrafın nesi güzel biliyor musunuz? Zamanın içinde bir nehir gibi akması güzel. Carson McCullers'ın bir öyküsünü okurken Samed Behrengi'nin yazı masasına gözyaşlarından mürekkep bir adam olarak oturup bir öykü anlattığını anlamak güzel. Okunan kitapların okuyanın içinde ebrulaşan rüzgâr gibi esmesi güzel. 

Işığın bir öykü olup fotoğrafa akması güzel.

3 Ekim 2014 Cuma

Bir kez daha fotoğrafa baktım



5 Ekim 2010, İstanbul. ©bizans

Dün gölgemle konuştum biraz. Karnım ağrıyordu. Evdeydim ama ruhum evden uzaktaydı. Kitaplarım uzaktaydı. Kalemlerim daha uzaktaydı. Her şey beni yukarıya doğru çekiyordu. Her şey nasıl, nasıldı? Gölgem kötü bir rüya görüyor kaç gündür. Gölgem gidip duruyor. Ben bir fotoğrafta kendimi düşünüyordum utanarak. Bir şarkı söylüyordu gölgem. Soğuk çimenlere uzandım. Fotoğraf makinemi yıllar önce baktığım yere çevirdim. Gözlerimi kısarak baktım her zamanki gibi. Umutla mı bakmıştım dünyaya? Gölgem hayretle beni inceledi. Gökyüzü beyazdı, toprak siyah, gözlerim kahve. Gölgem bir fotoğrafın içinden nereye varacağını bilemiyordu. "Her şeyi özlüyorum." dedim gölgeme. "Ama sen kimsin bu fotoğrafta?" dedi gölgem. "Yeter artık benden söz etme." diye yalvardı fotoğraf. İçimde sadece raflar var, kitap yok. Bir iki tane unutulmuş gazete. Güneş bakınca sararmış. Bir defterden koparılmış kenarı tırtıklı bir sayfa duruyor en alttaki rafta, eğilip alıyorum, "münhal" yazıyor kâğıtta. Kapının zili çaldı sandım. Telaşla toparlanıp yürüdüm, kapıyı açtım. Sessizlik, kapıda kimse yoktu. 

Bir kez daha fotoğrafa baktım. Gözlerim oradaydı.
google27928836a124597b.html