20 Kasım 2010 Cumartesi

Burn ve David Alan Harvey

Kitapların çoğu sadece yüksek oranda sıkıntı ve mutsuzluk barındırır. Dergilerin önemli bir kısmı ise sevinç ve keder dolu olmalarıyla sadece biçim olarak değil muhtevanın cinsi bakımından da kitaplardan ayrılırlar.

Fotoğraf dergilerine bakarsak onlar dergilerin dünyasında hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar kendilerine ait bir sınıfın üyeleridir ve kimi Burn dergisi gibi uzaktan da olsa, daha önce tanıdığınız hissine kapılıp, yaydığı sıcaklığı algılayabilirsiniz.

Burn adı üzerinde yanıcı bir dergi. Çünkü fotoğraf yakıcıdır. Öğrenmek ve kendini geliştirmek isteyen fotoğrafçı içten içe kendi halinde yanan bir ateş gibi olmalı, gören fotoğrafçı hep yanık dolaşmalıdır, hep öğrenmek ve payina ne düştüyse daha çok yanmak istemelidir, görgüsüz ve cahil fotoğrafçı kendi fotoğrafı hakkında söz söyleyemez, ayrıca başkalarının fotoğraflarını da yeterince değerlendiremez.

Bazı fotoğrafçıların uzun yaşamasının bir nedeni de merak olmalı, merak böceğinin içlerinde kıvıl kıvıl biteviye gezinmesinden ve kendini hep yeniden inşa etme isteği yandığında, fotoğrafçı ölümsüzdür, bundan sonrası sadece tabiata ve acımasız dış etkenlere bağlıdır, yaşlılık veya Sauron'un dünya üzerindeki temsilcileri (mafya, çeteler, devlet, asker, polis, kraldan çok kralcılar) bu acımasız dış etkenlerdendir ve fotoğrafçının ömrünü epeyce kısaltabilir.

Burn dergisi gezegenimizde, içinde insan olan, insanın batırdığı veya değiştirdiği hayatın hemen her türlüsüne kapısını açıyor ve bize gösteriyor. Belki bu yüzden foto8'e benzediğini söyleyebilirim. Ama biçim olarak baktığımızda foto8 başından beri basılı br dergiydi ve İngiliz dergilerinin ödün vermez biçimciliğini de taşıyordu, Burn ise bağımsız Amerikan ruhunu taşıyan ve daha saf olmak isteyen bir yapıya sahip. Ayrıca Burn yola internet üzerinde çıktı, ilgi görünce, sevenleri ve takipçileri de çoğalınca, üstüne br de cesaret eklenince, başından beri istenen, olması gereken hevesleri bağrına basmış basılı bir dergi olarak da görünür oldu.

Derginin sadece internetteki görünen sayısal örneği değil kağıda basılı hali de çok güzel görünüyor: http://www.burnmagazine.org/buy-burn-01-in-print/

İnternet üzerindeki dergi de çok önemli ve biraz göz gezdirince sadece bir dergi olarak sunduklarının ötesine geçtiği, editörlerin meraklarının dar bir çerçevede kalmadığı görülebilir. Editörler kendi dergilerine ait olmayan başka iyi fotoğrafların da takipçisi ve destekleyicisi olarak, bunları göstermeleri, işaret etmeleri de takdire şayan bir duruş olarak bir kenara not edilmeli.

Burn, şımarıklık, küstahlık yapmadan, küçük ayrıntılarla gereğinden fazla uğraşmadan, gözleri ve aklı yormadan doğrudan doğruya hayata, fotoğrafa ve anlatılan öyküye odaklanmayı tercih eden editörlük müessesine havi bir tasarım anlayışına da sahip. Sözünü ettiğimiz tarzın vücut bulmuş hâli ise fotoğraf dünyasına adım atan herkesin itibarını bildiği ve saygı gösterdiği Magnum ajansının üyelerinden, yayımlanmış kitapları da bulunan David Alan Harvey isimli fotoğrafçı ve fotoğraf öğretmeni.

Henri Cartier-Bresson ve W. Eugene Smith gibi yüce fotoğrafçıların sağlam ve klasik tarzını benimseyen Harvey, sadece 35mm veya 50mm gibi sabit odaklı mütevazı objektifler kullanan, uzun zoom objektiflerden özellikle kaçınan teknolojik tuzaklara papuç bırakmayan safkan bir fotoğrafçı.

Harvey her türlü numaradan ve şımarıklıktan azade sadece fotoğrafına odaklanmak isteyen, fotoğrafın değil hayatın şaşkınlık verici veya öğretici olduğunu anlatan bir fotoğraf üstadı. Kendini bilenler, bilmek isteyenler tarafından örnek alınacak bir fotoğrafçı, bir editör, bir öğretmen, bir öğrenci. Bize takdir etmek düşüyor.

14 Kasım 2010 Pazar

Abelardo Morell ve sahte fotoğrafları

Abelardo Morell adını galiba ilk kez Geniş Açı fotoğraf sanatı dergisinde görmüştüm. Benim için önemli fotoğrafçılar katında bir yeri yok demiştim. Kitaplarla ilgili fotoğrafları da ilgimi çekmemişti.

Sonra Exit dergisinde bir başka işini gördüm. Morell, fotoğraf dünyası tarafından önemseniyor ve yöntemleri de alkışlanıyor. Ancak bence kötü bir fotoğrafçıdan öte bir paye verilmemeli. Belki cüretkar fikirler bunlar, fakat düşüncelerim bu doğrultuda. İşini sevmeyen, işine ruhunu ve birikimlerini katmayan sanatçıları sevmiyorum, anlayamıyorum.


Kitaplara ve kağıtlara çok düşkünümdür, dolayısıyla bir fotoğrafçının kitaplarla ilgilenmesi beni haddinden fazla mutlu eder. Peki ama neden mutsuzum? Neden Morell'in çalışmaları bana amatör fotoğrafçıların kitabın ortasına bir yüzük koyduktan sonra biteviye çektikleri klişeleşmiş o kalp biçimindeki gölge tarzı fotoğraflar gibi utanmazca ve sahtekârca geliyor?

Morell'in fotoğrafları estetik yönden hatasız, belki de fazlasıyla kusursuz olmasından dolayı beni rahatsız ediyor diye düşünüyordum. Kitapların fotoğraflarını çeken birisini severim oysa, fakat Morell'in fotoğraflarında bir tuhaflık var diye düşünmeye devam ettim.



Nihayet "Comic Sans ms" yazı karakteriyle ilgili bir makalede geçen cümle beni aydınlattı:
"Estetik açıdan boş, yalancı bir sempatikliği olan yazı biçimi, şirketlerin düşünce tarzının ve gayrı resmilik anlayışının simgesi."
(New Yorker ve Radikal Kitap, 13.11.2010, Zeynep Heyzen Ateş)

Comic Sans denilen rezil ve karaktersiz yazı tipi yerine fotoğrafı koyunca Morell'in ne yapmaya çalıştığı da görünür oluyor aniden. Morell'in kitap fotoğrafları onun diğer fotoğraflarını ve fotoğraf tavrını da açıklıyor aslında. Varılan yargıları tek tek inceleyelim:

Estetik açıdan boş

Estetik sadece 'göze hoş görünme çabası' olunca sanat eserlerinin patlayacağı yeri de gösteriyor. Morell'in fotoğrafları bir göz aldatmacası, bir illüzyon sadece. Sanat eserini, sanat eseri yapan biricikliği ve tekrarlanamaz oluşudur, Morell fotoğraflarıyla bu duruma da zarar veriyor, aynı yapay koşullarda tekrar tekrar üretilebilecek fotoğraflar sunuyor. Gören gözler bir sorun olmadığını söylese de kalbin ve aklın gözleri öyle olmadığını seziyor. Eğer bir sanat eseri yaratma veya oluşturma iddiasıyla ortaya çıkıyorsa sanatçı, sanatseverin de hakları doğrultusunda gördüğünü ve düşündüğünü söyleme cesareti göstermesine izin verilmelidir. Bu doğrultuda Morell'in fotoğrafların bir derinliği olmadığı söylenebilir. Fotoğraf 2 boyutlu bir sanat, ancak bu durum gösterilenin de yüzeyde, satıhta kalacağı anlamına gelmemelidir. Sanatçı kişi, el çabukluğu marifeti ile meraklıları kandırma yoluna giderse bir noktada tıkanabilir, karşısına sanata candan ve koşulsuz bağlı olanlar çıkar, sanatın ruhu sanatçıyı kemirir. Nitekim Morell'in sadece kitaplarla ilgili fotoğrafları değil diğer çalışmalarının da kuru bir yüzeyden ibaret olduğunu düşünmek için çeşitli veriler mevcut.



Yalancı bir sempatikliği olan Morell fotoğrafları

Sahte bir gülüşü gerçeğinden ayırt edebilir miyiz? Sahte bir fotoğraf tavrını, biçemini gerçeğinden kolayca ayırabilir miyiz? Bence bunu yapabiliriz. Gönül gözüyle bakmak yeterli. Bazı fotoğrafların beni/bizi etkilemesinin nedeni fotoğrafçının çekilen fotoğrafta görülebilen, sezilen duyarlılığıdır. Eğer fotoğrafçı samimi ise bu fotoğrafına da yansımaktadır, fotoğrafçı hissediyorsa eğer, bunu fotoğrafıyla gösterir, biz de inanırız.

Okumayan fotoğrafçıdan kitap fotoğrafları

Morell iyi bir kitap okuru değil veya ticari kaygıları entelektüel birikiminin önüne geçmiş bir fotoğrafçı. Kitaplarla ilgili ve 'a book of books' adını taşıyan kitabındaki fotoğrafların öznelerine dikkat edelim. Bunlar çoğunlukla sözlükler veya güzel ciltlenmiş kitaplar. Bu kitapların neden seçildiğini anlamak için fotoğraflara bakmak yeterli, salt güzel göründükleri için seçilmişler. Fotoğrafı çekilen kitapları içerikleri ise hiç önemli değil, hatta gereksiz! Bu nedenle bu kitaplarla ve bu fotoğraflarla aramızda bir mesafe var. Morell muhtemelen bu kitapların sahibi değil, artık nereden edindiyse fotoğraflardaki kitaplar bir proje için tutulan konu mankenleri gibi soğuk ve yabancı. Reklam fotoğrafları olsaydı bunlar muhtemelen sözünü etmeye bile gerek olmayacaktı. Fakat estetik algıya odaklanıp içeriği ve fikri kesip atarak bir proje iddiasıyla görünmek ve bir sanat eseri ortaya koymak, sadece biçime ve işçiliğe güvenmek demektir. Morell işin teknik ve yapısal özellikleriyle öyle çok ilgileniyor ve bu alana öylesine odaklanıyor ki neleri kaçırdığını farketmeyip daha uç noktalara doğru yol alıyor. Ancak hep aynı tarzı, hep aynı kurguyu koruyarak ilerliyor. Bunun sonu nereye varır bilmem.

Morell bir örnek sadece, ülkemizde de Morell tarzı soğuk ve yapay fotoğraflar üreten insanlar var. Tuhaftır bu soğuk fotoğrafçılar ortak bir gündemden besleniyor gibi aynı konulara (şehir, fabrikalar, manzara, mimari, insandan uzak modern hayatın izleri) eğiliyorlar. Onlara güç veren şey ise teknik bilgilere olan hakimiyetleri.

Oysa hakiki fotoğraf bir kabuk değil, bir tohumdur. Öyle bir tohum ki izleyen kişide kök salar, fotoğrafa bakan kişinin beyninde ve kalbinde yeşerir, hep onunla kalır, kişi ölünceye kadar fotoğraf büyümeye devam eder.

Sahte fotoğraflar ise plastik tohumlar gibidir, yalancıdır, tek amacı kendisinin sahici veya içten olduğunu düşündürmektir. Elbette kurgu fotoğrafların çoğunluğunun paylaştığı bir sorun bu, yine de kurgu fotoğrafların tümden kötü olduğunu düşünmek yanlıştır, fotoğrafın annesi olan resim sanatının tarihine eğildiğimizde yaygın olan kurguyu, hesaplı ve planlı sanat üretimini görebiliriz, oysa mesele bu değil. Kurgu hayatın içinden çıkarsa bir sanata dönüşebiliyor. Edebiyatta, mimaride ve müzikte bunun tezahürlerini görebiliriz. Ama kimi romanları okumaya, kimi binaları görmeye, kimi şarkıları dinlemeye katlanamıyoruz. Öyleyse sorun daha derinlerde saklı. Daha doğru bir tanımla sorunun kaynağı derinliği olmayan sanat eserinin önerdiği bilgide, yapıtın yüzeyinde duruyor. Temel sorun bir adım öteye gidemeyen, bulunduğu noktada dönüp duran ve hayattan giderek uzaklaşan foto-grafik anlayıştadır.

Yaşanmışlıktan ve her türlü insani sadakatten yoksun olan yapay fotoğraflara katlanamıyorum.

10 Kasım 2010 Çarşamba

1 fotoğraf, 2 meraklı, 2 film


Fotokritik ilginç bir mecra. Bilgili, kişilikli ve tarz sahibi kullanıcıların sayısı çok az olmakla birlikte hiç de yok sayılmaz (mesela Milou, sinequanone ve evreniz elleri öpülecek isimlerdir).

2005 yılından beri fotokritik üyesi olan surmise isimli kullanıcı da bu az sayıdaki kişilerden biri. Surmise ayrıca diğer kullanıcıların fotoğraflarına da çok incelikli ve özlü yorumlar yapan biri, siteye yüklediği fotoğrafları da çok beğeniyorum, arada sırada o fotoğraflara bakmak iyi geliyor bana. Surmise çok fazla fotoğraf yüklemiyor ancak fotokritik'i de bırakmıyor. Uzun zamandır (1 yıl olmuş) fotoğraf yüklemiyordu. Kendisini takibe aldığımdan dolayı geçenlerde bir fotoğraf yüklediği haberi geldi. Şaşırdım, fotokritik'i unutmuştum neredeyse.

Siteye uğradığımda yüklediği fotoğrafı gördükten sonra, bilhassa siyah beyaza düşkün ve kafası karışık bir fotoğrafsever olarak aşağıdaki satırları yazdım. 2 gün sonra da cevabı geldi.

soru: (4 gün önce yazılmış)

"Vay canına, Fotokritikte güzel bir fotoğraf görmeyeli, uzun zaman olmuş...

Bazı sorularım var:

1. Ilford 100 denmiş, ama hangi 100? Pan mı Delta mı? Gerçi Delta olduğunu düşünüyorum ama yine de sorayım dedim.
2. Taramayı siz mi yaptınız?
3. Fotoğrafı kırptınız mı? Ne gibi düzenlemeler yaptınız?
4. Ilford'un Kodak'a nazaran daha yumuşak tonlara sahip olduğu görülüyor. Bu durum hiç ikilem yaşamanıza neden oldu mu? Film tercihini neye göre yapıyorsunuz? Konuya göre film değiştiriyor musunuz?

Şimdilik bu kadar.

Nice güzel fotoğraflara."

♫♫♫♫

cevap:

surmise
(2 gün önce yazılmış )

çok uzun zaman olmuş; fotoğraf sayesinde mutlu hissetmeyeli.
Çok sevindim "görüştüğümüze".

Bu sorulara mutlulukla cevap vereyim,
doğru tahmin ettiniz ilford delta filmdi. Tarama hususu şöyle, kart baskıyı direkt tarayıcıda taradım. Filmden karta baskısını yaptım, o çerçeve gibi görünüş bu sebepten, aslında çerçeve de kırpma da hiç yok. Filmi basarken kart boyutuna o şekilde bastım. Dijital halinde de oynama yok sayılır, picasa'da otomatik kontrast yaptım yalnızca.
Asıl son sorunuz benim, film, dolayısıyla fotoğraf algımı şekillendiren "tercih"imi oluşturan bir durum. Çok doğru, ilford yumuşak tonlara ve daha düşük kontrasta sahip. İlford filmde gümüş bromürler kum tanesi formunda, kodakta ise t şeklinde. Bu yapısal farklılıktan dolayı oluşan sonuçlar dediğiniz gibi kodak'ı ilford'a göre daha sert, keskin ve kontrastlı yapıyor. Özellikle yüksek asalı filmlerde bu farklılık artıyor. Ben ilford'u çok seviyorum ve genelde onu kullanıyorum. İkilem yaşamadım bu konuda ama önceden belli bir şeyin fotoğrafını çekeceksem film tercihimi yapıyorum. Ama "o anda" makinada "diğer" filmin olmasını tercih edeceğim zamanlar oldu. Tahmin edersiniz filmi bir anda değiştirme lüksüne sahip olamıyorsunuz bazen.
İlford'un gri tonlamaları, düşük kontrastı, yumuşak tonları beni çok çekiyor.

Güzel sözleriniz ve sorularınız için çok teşekkür ederim, çok mutlu oldum.

Görüşmek üzere, selamlar"

Kozmik bir yumurta olarak fotoğraf


Egg, Hackney, London, 2008 — from the series Etcetera Photo © Emily Graham

Fotoğraf kozmik bir yumurtadır. Bütün mesele kozmik yumurta kırıldığı vakit içindekinin ne olup ne olmadığında düğümlenmektedir.

Güzelin fotoğrafını, ilgincin fotoğrafını, yamukluğun, matematiğin, harflerin, aşkın, hayallerin, umutların fotoğraflarını aramak için uzaklara gitmeye ve şaşırmaya gerek yok, iki ayaklı canlıların yaşantısında istenirse her durum ilginçtir, sözü edilmeye değer.

Fotoğraf aynada bize bakmaktadır, ayakkabılıkta sakin sakin durmakta, yahut mutfakta ısınmaktadır. Uykusuzluk veya yataktan kalktığımızda geride bıraktığımız, pencereyi açtığımızda gördüğümüz fotoğraftır. Fotoğraf, içtiğimiz su, tellibağ, vinkara, iki deniz arası siyah topraklar, her pazartesi, divan, Parma Manastırı, merdivenin dibindeki gülümseyiş, yürüdüğümüz yol, sarıldığımız insan, güzel ırmak, saat tamir atölyesindeki bozuk bir saat, gevezelik ettiğimiz arkadaşımız, eski kitapların arasındaki ufak kağıt parçalarıdır.

Üzüldüğümüzde yüzümüzden dökülenler de fotoğraftır, okuduğumuz şiirlerin, romanların ve öykülerin içimizde bıraktığı izler de fotoğraftır, denklemler ve "People think dreams aren't real just because they aren't made of matter, of particles. Dreams are real. But they are made of viewpoints, of images, of memories and puns and lost hopes" gibi John Dee cümleleri de fotoğraftır. Fotoğrafın ucu ve kıyısı yoktur, vardır. İşte bu kadar.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Kara toprakların ışığı ve Pierre-Yves Dallenogare















Çok şahane bir fotoğrafçı keşfettim - ya da en azından ben öyle düşünüyorum. :)


Adı ise Pierre-Yves Dallenogare. Kendisi 20 yıldır Belçika'da Charleroi şehrinde yaşıyormuş.

Charleroi, taş kömürü ocaklarının kapatılmasından sonra bir sanayi şehri olarak varlığını sürdürmeye çalışan, insanların hayatını kararttığı ve insanların hayatını karartan zorlu bir şehir, her daim fabrikaların dumanlarının bulutlara uzandığı bir şehir.

Charleroi'da kimya, makine, demir-çelik işletmeleri önemli bir yer tutuyor.

Şehrin sakinlerinden biri olan Pierre-Yves Dallenogare ise 2005 yılında fotoğraf çekmeye başlamış. Önce dijital makinelerle başladığı merakını daha sonra kendisini daha çok heyecanlandırdığını söylediği analog makinelerle ve orta format ile geliştirerek görsel beğenisini ve fotoğraflarının söyleyeceklerini çoğaltmış.

Tahmin edileceği üzere Dallenogare, ana konusu ve projesi olarak Charleroi'yı seçmiş (insanlar, hayvanlar, binalar ve eşyalar dahil şehirdeki hemen her şey). 

Blogunun başlığı ise (Lumière au pays noir) 'kara toprakların ışığı', yahut 'kara memleketin ışığı' diye çevrilebilir.

Blogundaki fotoğrafların hemen altlarında bulunan bilgi notlarına dikkat edildiğinde fotoğrafın teknik bilgisini paylaştığını da göreceksiniz.

Bundan çok daha önemli olan ise bence, gören bir gözün nelere kadir olduğunu da görebileceksiniz.

Ben fotoğrafçının çalışmalarına baktığımda fotoğrafın her yerde olduğunu ve olabileceğini görüyorum, Charleroi denen şehrin çıplak yüzünü bazen uzak bazen yakından görebiliyorum/görebiliyoruz. Çocuklar, kadınlar, ağaçlar, nehirler, binalar ve diğer tüm ayrıntılar bize başka bir şehrin ışığını getiriyor sanki, oradaki yaşantıyı inceleyebiliyor ve genel havayı sezebiliyoruz.

Fotoğrafın temel işlevlerinden biri sadece bilgiyi değil hissi de taşıyabilmesidir, gören gözler bize sıkıntıyı ve kaçma isteğini de, kabullenmeyi de anlatabiliyor. Çocukların uçurtmalara tutunmalarına bakarak umudun ateşinin de hep sıcak tutulmaya çalışıldığını da görebiliyoruz.

Kimi sayfalarda şehre ilişkin edebi eserlerden de alıntılar yapan fotoğrafçı bir yerde Paul Verlaine imzalı bir şiire de yer vermiş. Şiirde siyah çimlerden söz eden şair, "Charleroi nerede?" diye soruyor ve "Ağlamak, inanmak istiyoruz" diyerek sözlerini bitiriyor.

Not: Ayrıca fotoğrafçının edebiyata meraklı, fotoğraf tarihi konusunda ise bilgi sahibi olduğunu görebileceğiniz bir başka adresi ise şurada (bu blog 2007'den beri güncellenmemiş, daha ilk sayfada fotoğrafçıyı, annesini ve ardından babasını görebiliyoruz: http://dallenogare.rsfblog.org/  [5 yıl sonraki ek not: Fotoğrafçının çalışmalarının bulunduğu siteler artık yok, başka başka yerlerde bulunan ufak tefek şeyler var ama kendi adının olduğu internet siteleri çalışmıyor.]

Not 2: Bizde benzeri bir çalışma var mıydı diye düşündüğümde Batur Gökçeer'in yapmış olduğu Dilovası projesi geldi aklıma. Çok başarılı bir fotoğrafçı olduğu Genç soluklar 2007 kitabında görülebilecek olan Batur Gökçeer'in Dilovası projesine hayran olmuştum, keşke böyle fotoğrafçılarımız çoğalsa, onlara daha çok destek olunsa.

7 Kasım 2010 Pazar

fotoğrafsız

Fotoğrafsız, içinde fotoğraf yerine fotoğrafa ilişkin yazılar barındıran harika bir dergi.

Bu derginin ilk sayısını geçen gün inceleme olanağı buldum ve hemen kitaplığıma kattım, devamını bekliyorum. Güzel dergilerin reklamı yapılmadığı için böyle geç haberim oluyor. Zaten görünen o ki dergiyi çıkaranlar bile derginin tanıtımını pek yapmamış. İki yazar gazetedeki köşesinde yazmış o kadar. (Bunca bilgi çöplüğü içinde böylesine iyi şeylerin gözden kaçması doğal sayılabilir aslında, benim bir kabahatim yok.)

Dergi logosunun altında "fotoğraf üzerine düşünce dergisi" yazıyor, bu da güzelmiş. Bazı alanlarda çok ciddi düşün dergileri var, Monokl, Cogito gibi dergiler yüzeydeki bilgilerlerle yetinmeyip daha derin sulara dalmak isteyen okurlar için neyse, fotoğrafsız da fotoğraf üzerine kafa yoran, sadece göz ile yetinmeyip beyindeki nöronları çalıştırmak isteyenler için düşünülmüş bir girişim.

Bence fotoğraf dünyasında çoktan olması gereken bir dergi fotoğrafsız, geç de olsa iyi ki böyle bir dergi düşünülmüş ve hazırlanmış dedim okurken. Sadece kapaktaki fotoğrafı fazla beğenmedim, bir de neden Orhan Cem Çetin dergide yok? Ben belki OCÇ bir şeyler yazmıştır diye düşünmüştüm, bu nedenle biraz hayal kırıklığı yaşadım diyebilirim.

Bir de geri dönüşümlü dergi kapaklarını pek sevmem, tamam çevreci filan ama nedense itici gelir bana. Fakat fotoğrafsız'ın haline ve mütevazı tavrına pek bir yakışmış bu geri dönüşümlü kapak kağıdı. (Bir ara kendimden geçip kapakta benim bir fotoğrafım olsaydı keşke dedim. Bu da hayallerimden biridir, fotoğraflarımdan birinin bir derginin kapağında olmasını çok isterdim, fotoğraf dergileri boyumu aşar elbette, özellikle edebiyat veya sanat dergilerinin (kitap-lık, yasakmeyve, notos öykü, p ve heves gibi) kapaklarında gözüm var, bu da vasiyetim olsun erenler, mümkünse aylardan en güzeli olan ekim olsun.)

Sözü uzattım, fotoğrafsız'a döneyim hemen: Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi tarafından yayımlanan derginin ederi 5 TL, genel toplamda ise 72 sayfa ile gani gani okunacak yazılar mevcut. (Fiyat/performans oranı çok yüksek demek istiyorum. :)

Fotoğrafla ciddi anlamda ilgilenenlere seslenmek isterim: Lütfen bir bakın fotoğrafsız'a ve beğendiyseniz destek olun, 1 yerine 2 tane almak ve bir arkadaşınıza veya fotoğraf makinesi olan hiç tanımadığınız birine hediye etmek gibi güzellikler yapalım. (İyilik yap okyanusa at misali.)

3 Ayda bir çıkacak olan derginin ilk sayısındaki ana konu 'etik'. Yani dergide fotoğraf ve fotoğrafçının ahlak anlayışı ve ahlaki tavrı üzerine yazılar mevcut. Yalnız bu konu fotoğrafçıların pek ilgisini çekmez gibi geliyor bana. Yeni çıkan fotoğraf makinelerini anlatan, objektiflerin birbirinden üstün özelliklerini gösteren yazılar daha çok seviliyor günümüzde. Sabahtan akşama Nikon'dan veya Canon'dan söz eden fotoğraf insanları var, onlara ayıp olacaktır şimdi gevezelik yapmak varken okumak...

Şöyle "Hem kaliteli hem de ucuz DSLR alma taktikleri" gibi yazılar olmayınca (bol bol örnek fotoğraf eşliğinde) kimsenin ilgisini çekmiyor. Böyle zamanlarda aklıma hep Geniş Açı dergisi geliyor, sadece portfolyo yayımlayan dergiler bile yaşıyor şimdi, oysa Geniş Açı gibi olağanüstü bir dergi kapandı gitti. Hep bu fotoğrafı yanlış anlayan makineciler yüzünden oldu. Ben de birazcık (huyum kurusun) makineciyimdir gerçi, "şurada çok ucuz bir olympus Mju-2 veya yarı fiyatına bir Pentax 645 satılıyormuş" derseniz ben de kalkar giderim belki, gıdıklanmayacak konu değil fakat abartmamak gerek.

Neticede fotoğrafı insan çekiyor, makine kendi başına bir hiçtir.

Tekrar dergiye dönersek: Aslında fotoğrafsız'ın içinde fotoğraf olmaması öyle güzel ki, okuyup bitirdikten sonra fotoğraf sevgimin çok daha genişlediğini ve daha bilinçlendiğimi anladım. (Şimdi kapakta da fotoğraf olmasaydı bari diye düşünmeden de edemiyorum.)

Her yerde o kadar çok fotoğraf var ki, fotoğrafsız dergisi ilaç gibi geldi bana.

5 Kasım 2010 Cuma

google27928836a124597b.html